KALKINMA PROJESİNİN TARİHİ
GİRİŞ:
Bu
çalışma, “kalkınma” kavramını oluşumu ve tarihselliği içinde
değerlendirmektedir. Kavramı kullanmanın
ve yerleştirmenin ereksel yönünü vurgulamak
amacıyla yapılan bu çalışmada, farklı kuramsal ve ideolojik
perspektiflerde “kalkınma” ne tür
anlamlara gelmektedir? Kavramın ortaya çıkışından bu yana süreç içinde bu
farklı kuramsal ve ideolojik perspektifler ne şekilde yer edinmişlerdir? Modernleşme,
sanayileşme, ilerleme gibi sözcükler kavrama içkin midir? Niçin zaman zaman
kalkınma kavramı ile aynı anlama gelecek şekilde, birbirlerine ikame biçimde
kullanılmaktadırlar? Peki ne oldu da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kalkınma
bir proje, bir strateji olarak ortaya çıktı ve neden 1970’lerin sonlarında bu
proje sorgulanmaya başlandı?
Kalkınma
kavramının ortaya çıktığı zamanlar dünya tarihi açısından kritik bir dönemi
ifade etmektedir ve bu ortaya çıkış, nedenselliğini de bu kritik dönemden
almaktadır. Nitekim Fikret Başkaya da bunu şöyle ifade etmiştir: “Kristof
Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemde, Hıristiyanlaştırma, bu işi yapanlar
için olumlu bir şey olarak görülmüştür. Daha sonra Hıristiyanlaştırmanın yerini
“uygarlaştırma” aldı. “Uygarlaştırıldığı” söylenen halklar tarafından
bakıldığında, kavramın “olumlu” bir içerikle yüklü olması gerekmiyordu. İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemde, kalkınma kavramı, yeni dönemin eşitsiz
ilişkilerini ve hiyerarşiyi meşrulaştıran bir kavram olarak ortaya çıktı. Bu
yüzden ideolojik işlevi mirasına konduğu kavramların aynısıydı. Bu sefer
insanlığın tamamını kapsar hale gelmişti. Bugün kalkınma, sosyal ve ideolojik
etkinliği tarihte görülmemiş bir efsaneye dönüşmüş durumdadır.”[1] Gerçekten de modernleşme,
uygarlaşma, kalkınma adeta bir fetişizm halini almıştır ve her hal/şartta
olumlanmaktadır. Bildiğimiz gibi iktisat derslerinde ilk öğretilen şey,
kaynakların sınırlılığı ve bunun yanında ihtiyaçların sonsuz oluşudur. Peki bu
sınırlı kaynakların bölüşümü nasıl gerçekleşecektir? Birilerinin refahı
artarken birilerinin refahı da aynı oranda düşüş göstermektedir. Kalkınma/kalkınamama,
gelişme/azgelişme diyalektiğine de bu açıdan bakmak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında Bağımlılık Okulu’nun
görüşleri önem kazanmaktadır. Bağımlılık kuramlarına göre, azgelişmiş ülkeler,
geri kalmış ülkeler kapitalizmin çarkı içinde, gelişmiş ülkelere bağımlı
kılınmaktadırlar.[2]
Genellikle gelişme sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar iki ana kurama
işaret etmektedir. Bunlardan birincisi, liberalizm ile anılan modernleşmedir ki
o ülkenin kalkınamama nedenlerini ülkenin iç dinamiklerinde arar ve ikincisi de
bahsi geçtiği üzere bağımlılık kuramlarıdır.[3] Bağımlılık kuramları da
modernleşme kuramlarına tepki olarak ortaya çıkmıştır denebilir. Bu kuramların
kalkınma kavramının başlangıcından bugüne kadar hangi şekilde ortaya çıktıkları
ve hangi kaynaklardan beslendikleri bu çalışmada ortaya koyulmaya
çalışılacaktır.
KALKINMANIN
BAŞLANGICI VE MODERNLEŞME OKULU:
(1950-1960’LI
YILLAR)
Kalkınma kavramına o dönemde verilen açık veya örtük
anlamlar dönemin tipik kalkınma anlayışını da anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Kalkınma Projesi’nin başlangıcı olarak düşünebileceğimiz 1950 ve 1960’lı
yıllarda, kalkınma yakalama ve yetişme metaforu içindeydi.[4] Dönemleri keskin
çizgilerle ayırmak mümkün olmasa da özellikle 1950’lerde modernleşme kuramının
baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Modernleşme Okulu’nun yakalama ve
yetişme metaforu, gelişmiş bir ülkeyi örnek alıp peşinden giden, ona yetişmeye
çalışan azgelişmiş bir ülkeyi tasvir ederken aynı zamanda gelişmiş ve
azgelişmiş ülkeler arasındaki ilişkiyi de eşitler arası bir ilişki olarak
görüyordu. Çünkü bu kurama göre, azgelişmiş bir ülkenin gelişmiş ülke konumuna
gelmemesi için bir engel yok gibiydi. İkinci
Dünya Savaşı sonrası yıllar, doğrudan sömürgeciliğin tasfiye edildiği yıllar
oldu. Aslında söz konusu olan, sömürgeciliğin tasfiyesinden çok, doğrudan
sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş süreciydi. Oldukça uzun bir doğrudan
sömürgecilik döneminde, sömürge halkları, “yerli halklar”, kendilerine değil,
başkalarına, kendi yeteneklerine değil başkalarının yeteneklerine güvenir hale
gelmişlerdi. Söz konusu toplumlar tarihsizleştirilmişler ve Batı
metropollerinin kendilerine biçtikleri bir tarih ve toplum versiyonunu
kabullenmek zorunda kalmışlardı. O zaman, yetenekli, muktedir, uzman ve doğru
olmanın koşulu, Avrupalıya benzemekte olabilirdi.[5]
Modernleşme Okulu sosyolojik temellerini Emile Durkheim,
Max Weber ve daha sonraları Talcot Parsons’tan almıştır. Toplumsal gelişme ve
sürekli bir ileriye gidiş şeklinde gösterilen tarihsel çizgide batının yeri hep
ayrı tutulmuş, batı “muassır medeniyetler seviyesi” olarak gösterilmiştir.
Kuşkusuz bunun arka planında Batılı düşünürlerin yazımı da yatmaktadır. Weber,
Comte, Spencer bunlara örnek gösterilebilir. Ardından Rostow, Hoselitz, Parsons
gibi düşünürler gelir.[6] W. Rostow “İktisadi
Gelişmenin Aşamaları”[7] adlı yapıtında komünizmi,
kalkınma ve gelişmeye olanak sağlayan
kapitalizmin karşısında bir tehdit olarak görmüştür. Soğuk Savaş’ın
ekonomik etkilerinden biri de buydu. ABD’nin başını çektiği kapitalist blok,
Bretton Woods’ta oluşturulan dünya ekonomik düzeni[8] ile komünizme savaş
açmıştı. Bu bakış açısından kalkınma, sürekli ve hız kesmeden bir ekonomik
büyümeye işaret ediyordu. Ekonomik büyümenin kaldıraçları, tasarruf ve
yatırımların artması/sermaye birikimi, sermaye birikimi/endüstrileşme,
endüstrileşme/gerekirse devlet eliyle girişimcilik, devletin ve kurumların
ekonomik büyümeye uygun normlara yönlendirilmesi gibi bir dizi birbirine bağlı
aşamadan oluşmaktaydı.[9]
ORTODOKS
YAPISAL EKONOMİYE VE KALKINMAYA İLK TEPKİLER:
(1970’Lİ
YILLAR)
Modernleşme kuramlarının kalkınamama
nedenlerini ülkelerin iç dinamiklerinde araması birçok yönden eleştiriye
uğramıştır. Marksist görüşten beslenen bu eleştiriler, kalkınamama nedenlerini
iç dinamiklerde aramanın yersiz olduğunu, kalkınamama söz konusu ise bunun
nedeninin sömürü ilişkisinde yattığını dile getirmektedirler. Bir anlamda
sorunun dış dinamiklerle ilintili olduğunu savunmaktadırlar. Bu eleştiriyi
savunanlar “Bağımlılık Okulu” adıyla anılmaktadırlar. Bağımlılık Okulunun ilk
nüveleri Latin Amerikalı düşünürler tarafından atılmıştır. Zira 1950’li
yıllarda birçok Latin Amerika ülkesi dünya ekonomik sistemine uyumlaştırılma
çabasıyla ülke içi sanayileşme ve ithal ikamesi stratejilerine yönelmişti.
Ancak çok geçmeden Latin Amerika’da işsizlik, enflasyon, döviz sorunları,
ihracat sorunları gibi ekonomik zorluklar baş gösterdi.
1961’de başlatılan BM’nin
iki kalkınma on yılı sonucunda (1980) beklentilerle gerçekleşenler arasında
ciddi bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı görüldü. 1960-1978 aralığında İsviçre’de
ve Burundi’de kişi başına GSMH artışı eşitti ve % 2.2 idi. 1978’e gelindiğinde
Burundi’de kişi başına gelir 140 dolar, İsviçre’de de 12.000 dolardı. Arada
11.860 dolarlık fark söz konusuydu, İsviçreli ortalama insanın geliri yılda
266.20 dolar artarken Burundi de kişi başına artış 3.08 dolardı. Dolayısıyla
yıllık kişi başına GSMH artış farkı 263.12 dolardı, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında Üçüncü Dünya ülkeleri her bir dolarlık “zenginleştiklerinde”,
sanayileşmiş ülkeler 268 dolarlık zenginleşmişlerdi.[10]
Latin Amerika ülkelerini sanayileştirmeyi amaçlayan ECLA[11] da bu uyumlaştırma
çabalarından biriydi. Kurumun başkanı Prebish uluslar arası ticaretin her
ülkeye belli görevler yüklediğini belirtiyordu. Hammadde ihraç eden Latin
Amerika, karşılığında gelişmiş ülkelerde işlenmiş olan ürünleri satın alıyordu.
Mamul malları alabilmek için süre içinde gelişmiş ülkelere muhtaç konuma
gelmiştir. Dolayısıyla bu daha da fazla yoksullaşmak demektir. ECLA’nın problem
çözme teknikleri son derece yüzeyseldir ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[12] Latin Amerika
yapısalcılığı bu koşullar altında ortaya çıkmıştır. Merkez-çevre modeli
çerçevesinden hareket eden Fernando Cardoso, Theotonio dos Santos ve Andre
Gunder Frank bu Bağımlılık Okulu’ndan gelenlerin başlıcalarıdır.
Tüm bunların yanında kalkınmaya yönelik eleştiriler
sadece soldan gelmedi. Sağ görüş, devlet merkezli çözümleri sorguladı ve
küresel serbest ticareti savundu. Zaten
1980’e gelindiğinde sağdan ve soldan gelen eleştiriler neticesinde kuramsal bir
boşluk oluştu ve bu boşluğu serbest piyasa savunucuları doldurdu. Buna
neoliberal karşı devrim de diyebiliriz.[13]
Sonuçta anaakım kalkınma projesi gelen eleştiri ve
baskılar karşısından kendini revize etmiştir. Buna göre devlet bazı alanlarda
gitgide ön plana çıkacaktır. Eğitim, sağlık, sosyal refah gibi kalkınma
carilerini yönetecek programlar, yoksulluğu giderme politikaları, toprak
reformu, vergilendirme aracılığıyla adil büyümeyi sağlama, kırsal kalkınmayı
teşvik bu alanlardan bazılarıdır. Kısacası eşitsizliklerin giderilmesi ve
sosyal adalet ve refahın artması için devlete ihtiyaç duyulmuştur.
KÜRESELLEŞME,
NEOLİBERALİZM, YAPISAL UYUM
(1980’Lİ
YILLAR)
1970’li yılların ikinci
yarısından başlayarak, Keynesci ekonomik politikalara dayalı “refah devleti”,
“kayırıcı devlet” retoriği önemli bir prestij kaybına uğruyordu. Neoliberal
politikalar Keynesciliğin karşıtı argümanları ön plana çıkarmışlardı. Bu bir
bakıma, 1945 öncesine, belki de 1930’lar öncesine dönüş anlamına geliyordu.
Devlet müdahalelerinin, planlamanın “lanetlendiği” koşullarda, elbette bilinçli
sanayileşme, planlama, kalkınma programları da gözden düşecekti. Artık, bu
aşamadan sonra, önemli olan ekonomiye bilinçli müdahale değil, kapitalizmin
uluslararası düzeydeki işleyişine pasif bir biçimde uyum sağlamaktı. Piyasa
güçlerine, piyasanın otomatik ve özdüzenleyiciliğine bel bağlandığı koşullarda,
başlangıçtaki gibi bir “kalkınma” retoriği de söz konusu olamazdı. Bu aşamadan
sonra sorun, mukayeseli maliyetler teorisine uygun davranmak, ülkeyi yabancı
sermayeye açmak, bu amaçla teşvikler geliştirmek, vb. ile sınırlanmış oluyordu.
Neoliberal politikalar uygulama karşılığında borçlar erteleniyor, yeni krediler
açılıyordu.
Neoliberal karşı devrim, yeni
muhafazakar ideolojiden güç alıyordu. Dönemin siyasal rejimleri (Reagan,
Thatcher) tarafından da desteklendi. Anahtar kelimeler özelleştirme, sermaye
birikimi sağlayan özgür bireyler, girişimciler, neoliberal dünya pazarı, kâr etme güdüsü bu görüşe göre kalkınma için
gerekli ortamı sağlayacaktır.
Dünya Bankası neoliberal bakış açısıyla serbest pazar
kapitalizmini yerleştirmeyi amaçlayarak bir dizi yapısal uyum programı
hazırladı ve bu programlar tüm dünyada azgelişmiş ülkelere uygulandı. Bu modelin yedi önemli bileşeni vardır: i)
gerçekçi bir para kuru oranı ve sıkı maliye ve para politikaları, ii) stratejik
endüstrinin kamulaştırılmasını tersine çevirerek, üretim araçlarının ve devlet
teşebbüslerinin özelleştirilmesi, iii) devlet koruması politikasını tersine
çevirerek ve yerli firmaları serbest rekabet ile pazar fiyatlarına açık hale
getirerek, sermaye pazarlarının ve ticaretin liberalizasyonu, iv) pazar güçlerinin
işlemleri üzerindeki hükümet düzenlemelerinin etkisini azaltarak, özel ekonomik
faaliyetin deregülasyonu, v) emek pazarı reformu (düzenlemelerin ve istihdama
yönelik korumanın azaltılması, asgari ücretin aşınması, karşılıklı anlaşmada
sınırlamalar ve kamu harcamalarının azaltılması, vi) devlet aygıtının
küçülmesi, modernleştirilmesi ve siyasa oluşturucu güçlerin hükümetin taşra ve
yerel düzeylerine yayılarak merkezsizleştirilmesi (ademi merkeziyetçilik),
böylece yukarıdan aşağıya daha demokratik ve katılımcı bir kalkınma biçimine
imkan verilmesi, vii) önce bölgesel düzeyde ve ardından dünya çapında , hem
sermaye hem de ticaret malları ve hizmetleri için bir serbest pazardır.[14]
Özünde Modernleşme Okulu’ndan düşünsel anlamda pek farkı olmayan bir
dönemdir. Bu döneme özgü ön plana çıkan kavram küreselleşmedir. Küreselleşme,
mal ve sermaye hareketlerinin ülke sınırlarından taşıp tüm dünyada dolaşır hale
gelmesinde vücut bulmaktadır. Bu durumda devlet eski haşmetli halinden
uzaklaşacak, mümkün olduğunca ekonomik alana müdahalesi sınırlı tutulacaktır.[15]
Ne var ki meta merkezli yapısal uyum programları
başarısızlıkla sonuçlandı ve vaad edilen ekonomik büyüme gerçekleşmedi. Böyle
olunca Dünya Bankası hemen bir karşı
atağa geçti ve Veltmeyer’in deyimiyle reforma insani bir yüz vermek için
çabalamaya başladı. Yerel düzeyde daha katılımcı ve sürdürülebilir kalkınmayı
teşvik etti. Yoksullukla mücadele politikalarına öncelik verdi. Stratejik ortak
olarak düşündüğü sivil toplum örgütlerine verdiği önemi artırdı. ECLA ile
işbirliği halinde yürütülen bu politikalar, kalkınmayı katılımcılığın arttığı,
karar alma mekanizmasının merkezsizleştirildiği, sağlık ve eğitim gibi sosyal
yönün pekiştiği alanlar, kadın ve sivil topluma verilen öncelikler ile
özdeşleşen bir kavram olmaya götürdü. Ekonomik büyüme de yoksullar yararına
olacaktı. Fakat zengin ve güçlü olan kesim kendi servet ve iktidarlarından
kolayca fedakarlık yapmayacaklardır. Dolayısıyla bu paylaşım yoksulların yerel
karar mekanizmalarına katılımıyla sınırlı bir meseledir.
1980’lerde
kalkınmaya ilişkin dört ekonomi-politik yaklaşımı tanımlanabilir; bunlar:
i)dünya sistemleri teorisi, ii)düzenleme teorisi, iii)başarısız ve yetersiz bir
rantçı devletin ekonomi politiği ve Alt Sahra Afrikası’ndaki rejim
değişikliklerinin dinamikleri, iv)küreselleşme, dünya yönetimi ve küreselleşme
karşıtlığının ekonomi politiği.[16]
POST-KALKINMA:
(1990’LI
YILLAR)
Post-Kalkınma denilen süreçte kalkınma
karşıtlığı ve eleştirel alternatif kalkınma şeklinde iki tane kalkınma sonrası
görüş vardır.
Kalkınma karşıtlarının başlıcalarından biri Escobar,
Batının Güneyin yoksullaştırılmış halklarına karşı kalkınmayı batının dayattığı
ve dolayısıyla aldatmaca olan bir şey olarak görmektedir. Dolayısıyla batı
yine kendi için hareket etmektedir ve
kimseyi kalkındırma amaçlı bir iyiniyet içinde değildir. Toplumsal, kültürel
bağlamları siler ve yerel kurum ve inançları silerek yerlerine küreselleşmeci
anlayışını koyar.
Eleştirel alternatif kalkınmacı anlayışa göre eleştiri
noktası kalkınmanın tepeden inmeci tavrınadır. Öyle olmamalıdır, yukarıdan
aşağıya değil de aşağıdan yukarıya daha katılımcı bir model sunulmalıdır. Yani
sorun bu bahşediciliktedir.
SONUÇ:
Kalkınma kavramsal ve tarihsel olarak
belli amaçlar ve çıkarlar doğrultusunda ortaya çıkmış bir kavram olarak bugüne
değin farklı politikalar dahilinde değişim ve dönüşümler geçirmiştir. Kavramın
menşei batı olduğundan, batının çıkarlarına hizmet edecek biçimde farklı
zamanlarda farklı reçetelerle var olmuştur. Bu bakımdan konuya azgelişmiş
ülkeler açısından yaklaşan ve kalkınma olumlamalarına karşı çıkan Bağımlılık
Okulu görüşlerine hak vermek gerekir.
Kalkınma konusu dünya ekonomik düzeni ve dengeler
değiştikçe kendini revize edebilecek kadar oynak ve esnek bir konudur. Dış
politika mekanizmalarıyla da son derece yakından ilişkilidir. Ayrıca kalkınma
sorunları yüzeysel ve az sayıda nedenle açıklanabilecek durumda değildir. Zengin
bir düşünsel altyapı ile bezenmiş olan kalkınmaya dair görüşler bir arada
incelenmeli, iç ve dış dinamikler göz ardı edilmeden sorunlara çok yönlü
yaklaşılmalıdır.
KAYNAKÇA
CİRHİNLİOĞLU, Zafer, Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, 1.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999.
ERBAŞ, Hayriye, Küreselleşme Kapitalizm ve Toplumsal Dönüşümler, Palme Yayıncılık,
Ankara, 2009
VELTMEYER, Henry, Latin Amerika ve Başka Bir Kalkınma,
Çev. Özkan Akpınar, Kalkedon Yayınları,İstanbul, Mayıs 2006
BAŞKAYA, Fikret, “Kalkınma: Bir
Kavramın Anotomisi”,
http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=67:kalkinma-br-kavramin-anotoms-&catid=13:derslik&Itemid=19 (Alıntılanma Tarihi: 19.11.12)
ERCAN,
Fuat, “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir
Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım, Kongreler Dizisi 3, sayı 49, cilt 14.
* Yükseklisans Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Latin
Amerika Çalışmaları Anabilim Dalı.
[1] Fikret Başkaya,
“Kalkınma: Bir Kavramın Anotomisi”, http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=67:kalkinma-br-kavramin-anotoms-&catid=13:derslik&Itemid=19 (Alıntılanma
Tarihi: 19.11.12)
[2] Zafer
Cirhinlioğlu, Azgelişmişliğin Toplumsal
Boyutu, 1.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 16, 121.
[3] a.e., s.
15.
[4] Fuat
Ercan, “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir
Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım, Kongreler Dizisi 3, sayı 49, cilt 14.
[5] Fikret Başkaya,
a.g.m.
[6]
Hayriye
Erbaş, Küreselleşme Kapitalizm ve
Toplumsal Dönüşümler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2009, s. 12, 13, 14.
[7]
R. W. Rostow, İktisadi Gelişmenin Aşamaları adlı eserinde
şunları yazıyor: “Sömürgeler başlangıçta umumiyetle milli politikaların temel
bir hedefini elde etmek veya rakip bir iktisadi kuvveti kovmak için değil,
fakat bir boşluğu doldurmak, yani modern ithalat ve ihracat faaliyeti yapmaya
veya ihraç için üretime kendi başına muktedir olmayan (veya bunu istemeyen)
geleneksel bir cemiyeti organize etmek için kurulmuştur. Eşit güçteki devletler
arasında normal bir ticaret yürümüş olsaydı, müdahaleci devletleri sömürgelere
iten sebep ortadan kalkardı; nitekim onları sömürgelerde tutan esas sebeplerden
biri de bu idi, zira geleneğe dayanan cemiyetin ihraç edilecek hammaddelerinden
başka bir şeyi yoktu. Ve normal ticaret pek çok hallerde daha intizamlı, daha
rasyonel, hatta daha az pahalıya mal olurdu. Mamafih 1900’den önceki dört asır
içinde Amerika, Asya ve Afrika’nın yerli halkları ve Ortadoğu, tekâmüllerinin
muhtelif merhalelerinde ne Batı Avrupa ile iş yapacak ne de Batı Avrupa’nın
silahlarına karşı kendini koruyacak bir yapıya ve sebebe sahipti, böylece
bunlar istila ve organize edildiler.”
[8]
Bretton
Woods Sistemi: II. Dünya
Savaşı sırasında
Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş
Milletler Para
ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir. Bretton Woods
uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki
ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirler. Bu sistem ,
dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir
parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur. Uluslararası
para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF)
kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke
anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir. Bu sistemin getirilmesini isteyen
ABD'nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. John
Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara
göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli
olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına
endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu
krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu
sebeple doların değerinin düşmesidir.
[9] Henry Veltmeyer,
Latin Amerika ve Başka Bir Kalkınma,
Çev. Özkan Akpınar, Kalkedon Yayınları,İstanbul, Mayıs 2006, s. 16.
[10] Fikret Başkaya,
a.g.m.
[11]
ECLA:
Economic Comission for Latin America-Latin Amerika Ekonomik Komisyonu. BM’ye
bağlı olarak 1950 yılında kurulmuştur.
[12] Zafer
Cirhinlioğlu, a.g.e., s. 131-139.
[13] Henry Veltmeyer,
a.g.e., s. 20-21.
[14] Henry Veltmeyer,
a.g.e., s. 22, 23.
[15] Hayriye Erbaş,
a.g.e., s. 19, 20.
Ayrıca küreselleşme döneminin temel özellikleri için
bknz. a.e., s.36, 37.
[16] Henry Veltmeyer,
a.g.e., s. 31.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder