17 Aralık 2012 Pazartesi




KALKINMA PROJESİNİN  TARİHİ
Gözde Özer*

GİRİŞ:
           
                Bu çalışma, “kalkınma” kavramını oluşumu ve tarihselliği içinde değerlendirmektedir.  Kavramı kullanmanın ve yerleştirmenin ereksel yönünü vurgulamak  amacıyla yapılan bu çalışmada, farklı kuramsal ve ideolojik perspektiflerde  “kalkınma” ne tür anlamlara gelmektedir? Kavramın ortaya çıkışından bu yana süreç içinde bu farklı kuramsal ve ideolojik perspektifler ne şekilde yer edinmişlerdir? Modernleşme, sanayileşme, ilerleme gibi sözcükler kavrama içkin midir? Niçin zaman zaman kalkınma kavramı ile aynı anlama gelecek şekilde, birbirlerine ikame biçimde kullanılmaktadırlar? Peki ne oldu da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kalkınma bir proje, bir strateji olarak ortaya çıktı ve neden 1970’lerin sonlarında bu proje sorgulanmaya başlandı?
            Kalkınma kavramının ortaya çıktığı zamanlar dünya tarihi açısından kritik bir dönemi ifade etmektedir ve bu ortaya çıkış, nedenselliğini de bu kritik dönemden almaktadır. Nitekim Fikret Başkaya da bunu şöyle ifade etmiştir: “Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemde, Hıristiyanlaştırma, bu işi yapanlar için olumlu bir şey olarak görülmüştür. Daha sonra Hıristiyanlaştırmanın yerini “uygarlaştırma” aldı. “Uygarlaştırıldığı” söylenen halklar tarafından bakıldığında, kavramın “olumlu” bir içerikle yüklü olması gerekmiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, kalkınma kavramı, yeni dönemin eşitsiz ilişkilerini ve hiyerarşiyi meşrulaştıran bir kavram olarak ortaya çıktı. Bu yüzden ideolojik işlevi mirasına konduğu kavramların aynısıydı. Bu sefer insanlığın tamamını kapsar hale gelmişti. Bugün kalkınma, sosyal ve ideolojik etkinliği tarihte görülmemiş bir efsaneye dönüşmüş durumdadır.[1] Gerçekten de modernleşme, uygarlaşma, kalkınma adeta bir fetişizm halini almıştır ve her hal/şartta olumlanmaktadır. Bildiğimiz gibi iktisat derslerinde ilk öğretilen şey, kaynakların sınırlılığı ve bunun yanında ihtiyaçların sonsuz oluşudur. Peki bu sınırlı kaynakların bölüşümü nasıl gerçekleşecektir? Birilerinin refahı artarken birilerinin refahı da aynı oranda düşüş göstermektedir. Kalkınma/kalkınamama, gelişme/azgelişme diyalektiğine de bu açıdan bakmak gerekmektedir.  Bu açıdan bakıldığında Bağımlılık Okulu’nun görüşleri önem kazanmaktadır. Bağımlılık kuramlarına göre, azgelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkeler kapitalizmin çarkı içinde, gelişmiş ülkelere bağımlı kılınmaktadırlar.[2] Genellikle gelişme sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar iki ana kurama işaret etmektedir. Bunlardan birincisi, liberalizm ile anılan modernleşmedir ki o ülkenin kalkınamama nedenlerini ülkenin iç dinamiklerinde arar ve ikincisi de bahsi geçtiği üzere bağımlılık kuramlarıdır.[3] Bağımlılık kuramları da modernleşme kuramlarına tepki olarak ortaya çıkmıştır denebilir. Bu kuramların kalkınma kavramının başlangıcından bugüne kadar hangi şekilde ortaya çıktıkları ve hangi kaynaklardan beslendikleri bu çalışmada ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

KALKINMANIN BAŞLANGICI VE MODERNLEŞME OKULU:
(1950-1960’LI YILLAR)
            Kalkınma kavramına o dönemde verilen açık veya örtük anlamlar dönemin tipik kalkınma anlayışını da anlamamıza yardımcı olmaktadır. Kalkınma Projesi’nin başlangıcı olarak düşünebileceğimiz 1950 ve 1960’lı yıllarda, kalkınma yakalama ve yetişme metaforu içindeydi.[4] Dönemleri keskin çizgilerle ayırmak mümkün olmasa da özellikle 1950’lerde modernleşme kuramının baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Modernleşme Okulu’nun yakalama ve yetişme metaforu, gelişmiş bir ülkeyi örnek alıp peşinden giden, ona yetişmeye çalışan azgelişmiş bir ülkeyi tasvir ederken aynı zamanda gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki ilişkiyi de eşitler arası bir ilişki olarak görüyordu. Çünkü bu kurama göre, azgelişmiş bir ülkenin gelişmiş ülke konumuna gelmemesi için bir engel yok gibiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar, doğrudan sömürgeciliğin tasfiye edildiği yıllar oldu. Aslında söz konusu olan, sömürgeciliğin tasfiyesinden çok, doğrudan sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş süreciydi. Oldukça uzun bir doğrudan sömürgecilik döneminde, sömürge halkları, “yerli halklar”, kendilerine değil, başkalarına, kendi yeteneklerine değil başkalarının yeteneklerine güvenir hale gelmişlerdi. Söz konusu toplumlar tarihsizleştirilmişler ve Batı metropollerinin kendilerine biçtikleri bir tarih ve toplum versiyonunu kabullenmek zorunda kalmışlardı. O zaman, yetenekli, muktedir, uzman ve doğru olmanın koşulu, Avrupalıya benzemekte olabilirdi.[5]
            Modernleşme Okulu sosyolojik temellerini Emile Durkheim, Max Weber ve daha sonraları Talcot Parsons’tan almıştır. Toplumsal gelişme ve sürekli bir ileriye gidiş şeklinde gösterilen tarihsel çizgide batının yeri hep ayrı tutulmuş, batı “muassır medeniyetler seviyesi” olarak gösterilmiştir. Kuşkusuz bunun arka planında Batılı düşünürlerin yazımı da yatmaktadır. Weber, Comte, Spencer bunlara örnek gösterilebilir. Ardından Rostow, Hoselitz, Parsons gibi düşünürler gelir.[6] W. Rostow “İktisadi Gelişmenin Aşamaları”[7] adlı yapıtında komünizmi, kalkınma ve gelişmeye olanak sağlayan  kapitalizmin karşısında bir tehdit olarak görmüştür. Soğuk Savaş’ın ekonomik etkilerinden biri de buydu. ABD’nin başını çektiği kapitalist blok, Bretton Woods’ta oluşturulan dünya ekonomik düzeni[8] ile komünizme savaş açmıştı. Bu bakış açısından kalkınma, sürekli ve hız kesmeden bir ekonomik büyümeye işaret ediyordu. Ekonomik büyümenin kaldıraçları, tasarruf ve yatırımların artması/sermaye birikimi, sermaye birikimi/endüstrileşme, endüstrileşme/gerekirse devlet eliyle girişimcilik, devletin ve kurumların ekonomik büyümeye uygun normlara yönlendirilmesi gibi bir dizi birbirine bağlı aşamadan oluşmaktaydı.[9]

ORTODOKS YAPISAL EKONOMİYE VE KALKINMAYA İLK TEPKİLER:
(1970’Lİ YILLAR)
            Modernleşme kuramlarının kalkınamama nedenlerini ülkelerin iç dinamiklerinde araması birçok yönden eleştiriye uğramıştır. Marksist görüşten beslenen bu eleştiriler, kalkınamama nedenlerini iç dinamiklerde aramanın yersiz olduğunu, kalkınamama söz konusu ise bunun nedeninin sömürü ilişkisinde yattığını dile getirmektedirler. Bir anlamda sorunun dış dinamiklerle ilintili olduğunu savunmaktadırlar. Bu eleştiriyi savunanlar “Bağımlılık Okulu” adıyla anılmaktadırlar. Bağımlılık Okulunun ilk nüveleri Latin Amerikalı düşünürler tarafından atılmıştır. Zira 1950’li yıllarda birçok Latin Amerika ülkesi dünya ekonomik sistemine uyumlaştırılma çabasıyla ülke içi sanayileşme ve ithal ikamesi stratejilerine yönelmişti. Ancak çok geçmeden Latin Amerika’da işsizlik, enflasyon, döviz sorunları, ihracat sorunları gibi ekonomik zorluklar baş gösterdi.
            1961’de başlatılan BM’nin iki kalkınma on yılı sonucunda (1980) beklentilerle gerçekleşenler arasında ciddi bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı görüldü. 1960-1978 aralığında İsviçre’de ve Burundi’de kişi başına GSMH artışı eşitti ve % 2.2 idi. 1978’e gelindiğinde Burundi’de kişi başına gelir 140 dolar, İsviçre’de de 12.000 dolardı. Arada 11.860 dolarlık fark söz konusuydu, İsviçreli ortalama insanın geliri yılda 266.20 dolar artarken Burundi de kişi başına artış 3.08 dolardı. Dolayısıyla yıllık kişi başına GSMH artış farkı 263.12 dolardı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Üçüncü Dünya ülkeleri her bir dolarlık “zenginleştiklerinde”, sanayileşmiş ülkeler 268 dolarlık zenginleşmişlerdi.[10]
            Latin Amerika ülkelerini sanayileştirmeyi amaçlayan ECLA[11] da bu uyumlaştırma çabalarından biriydi. Kurumun başkanı Prebish uluslar arası ticaretin her ülkeye belli görevler yüklediğini belirtiyordu. Hammadde ihraç eden Latin Amerika, karşılığında gelişmiş ülkelerde işlenmiş olan ürünleri satın alıyordu. Mamul malları alabilmek için süre içinde gelişmiş ülkelere muhtaç konuma gelmiştir. Dolayısıyla bu daha da fazla yoksullaşmak demektir. ECLA’nın problem çözme teknikleri son derece yüzeyseldir ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[12] Latin Amerika yapısalcılığı bu koşullar altında ortaya çıkmıştır. Merkez-çevre modeli çerçevesinden hareket eden Fernando Cardoso, Theotonio dos Santos ve Andre Gunder Frank bu Bağımlılık Okulu’ndan gelenlerin başlıcalarıdır.
            Tüm bunların yanında kalkınmaya yönelik eleştiriler sadece soldan gelmedi. Sağ görüş, devlet merkezli çözümleri sorguladı ve küresel serbest ticareti savundu.  Zaten 1980’e gelindiğinde sağdan ve soldan gelen eleştiriler neticesinde kuramsal bir boşluk oluştu ve bu boşluğu serbest piyasa savunucuları doldurdu. Buna neoliberal karşı devrim de diyebiliriz.[13]
            Sonuçta anaakım kalkınma projesi gelen eleştiri ve baskılar karşısından kendini revize etmiştir. Buna göre devlet bazı alanlarda gitgide ön plana çıkacaktır. Eğitim, sağlık, sosyal refah gibi kalkınma carilerini yönetecek programlar, yoksulluğu giderme politikaları, toprak reformu, vergilendirme aracılığıyla adil büyümeyi sağlama, kırsal kalkınmayı teşvik bu alanlardan bazılarıdır. Kısacası eşitsizliklerin giderilmesi ve sosyal adalet ve refahın artması için devlete ihtiyaç duyulmuştur.

KÜRESELLEŞME, NEOLİBERALİZM, YAPISAL UYUM
(1980’Lİ YILLAR)
            1970’li yılların ikinci yarısından başlayarak, Keynesci ekonomik politikalara dayalı “refah devleti”, “kayırıcı devlet” retoriği önemli bir prestij kaybına uğruyordu. Neoliberal politikalar Keynesciliğin karşıtı argümanları ön plana çıkarmışlardı. Bu bir bakıma, 1945 öncesine, belki de 1930’lar öncesine dönüş anlamına geliyordu. Devlet müdahalelerinin, planlamanın “lanetlendiği” koşullarda, elbette bilinçli sanayileşme, planlama, kalkınma programları da gözden düşecekti. Artık, bu aşamadan sonra, önemli olan ekonomiye bilinçli müdahale değil, kapitalizmin uluslararası düzeydeki işleyişine pasif bir biçimde uyum sağlamaktı. Piyasa güçlerine, piyasanın otomatik ve özdüzenleyiciliğine bel bağlandığı koşullarda, başlangıçtaki gibi bir “kalkınma” retoriği de söz konusu olamazdı. Bu aşamadan sonra sorun, mukayeseli maliyetler teorisine uygun davranmak, ülkeyi yabancı sermayeye açmak, bu amaçla teşvikler geliştirmek, vb. ile sınırlanmış oluyordu. Neoliberal politikalar uygulama karşılığında borçlar erteleniyor, yeni krediler açılıyordu.
                Neoliberal karşı devrim, yeni muhafazakar ideolojiden güç alıyordu. Dönemin siyasal rejimleri (Reagan, Thatcher) tarafından da desteklendi. Anahtar kelimeler özelleştirme, sermaye birikimi sağlayan özgür bireyler, girişimciler, neoliberal dünya pazarı,  kâr etme güdüsü bu görüşe göre kalkınma için gerekli ortamı sağlayacaktır.
            Dünya Bankası neoliberal bakış açısıyla serbest pazar kapitalizmini yerleştirmeyi amaçlayarak bir dizi yapısal uyum programı hazırladı ve bu programlar tüm dünyada azgelişmiş ülkelere uygulandı. Bu modelin yedi önemli bileşeni vardır: i) gerçekçi bir para kuru oranı ve sıkı maliye ve para politikaları, ii) stratejik endüstrinin kamulaştırılmasını tersine çevirerek, üretim araçlarının ve devlet teşebbüslerinin özelleştirilmesi, iii) devlet koruması politikasını tersine çevirerek ve yerli firmaları serbest rekabet ile pazar fiyatlarına açık hale getirerek, sermaye pazarlarının ve ticaretin liberalizasyonu, iv) pazar güçlerinin işlemleri üzerindeki hükümet düzenlemelerinin etkisini azaltarak, özel ekonomik faaliyetin deregülasyonu, v) emek pazarı reformu (düzenlemelerin ve istihdama yönelik korumanın azaltılması, asgari ücretin aşınması, karşılıklı anlaşmada sınırlamalar ve kamu harcamalarının azaltılması, vi) devlet aygıtının küçülmesi, modernleştirilmesi ve siyasa oluşturucu güçlerin hükümetin taşra ve yerel düzeylerine yayılarak merkezsizleştirilmesi (ademi merkeziyetçilik), böylece yukarıdan aşağıya daha demokratik ve katılımcı bir kalkınma biçimine imkan verilmesi, vii) önce bölgesel düzeyde ve ardından dünya çapında , hem sermaye hem de ticaret malları ve hizmetleri için bir serbest pazardır.[14] Özünde Modernleşme Okulu’ndan düşünsel anlamda pek farkı olmayan bir dönemdir. Bu döneme özgü ön plana çıkan kavram küreselleşmedir. Küreselleşme, mal ve sermaye hareketlerinin ülke sınırlarından taşıp tüm dünyada dolaşır hale gelmesinde vücut bulmaktadır. Bu durumda devlet eski haşmetli halinden uzaklaşacak, mümkün olduğunca ekonomik alana müdahalesi sınırlı tutulacaktır.[15]
            Ne var ki meta merkezli yapısal uyum programları başarısızlıkla sonuçlandı ve vaad edilen ekonomik büyüme gerçekleşmedi. Böyle olunca  Dünya Bankası hemen bir karşı atağa geçti ve Veltmeyer’in deyimiyle reforma insani bir yüz vermek için çabalamaya başladı. Yerel düzeyde daha katılımcı ve sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etti. Yoksullukla mücadele politikalarına öncelik verdi. Stratejik ortak olarak düşündüğü sivil toplum örgütlerine verdiği önemi artırdı. ECLA ile işbirliği halinde yürütülen bu politikalar, kalkınmayı katılımcılığın arttığı, karar alma mekanizmasının merkezsizleştirildiği, sağlık ve eğitim gibi sosyal yönün pekiştiği alanlar, kadın ve sivil topluma verilen öncelikler ile özdeşleşen bir kavram olmaya götürdü. Ekonomik büyüme de yoksullar yararına olacaktı. Fakat zengin ve güçlü olan kesim kendi servet ve iktidarlarından kolayca fedakarlık yapmayacaklardır. Dolayısıyla bu paylaşım yoksulların yerel karar mekanizmalarına katılımıyla sınırlı bir meseledir.
            1980’lerde kalkınmaya ilişkin dört ekonomi-politik yaklaşımı tanımlanabilir; bunlar: i)dünya sistemleri teorisi, ii)düzenleme teorisi, iii)başarısız ve yetersiz bir rantçı devletin ekonomi politiği ve Alt Sahra Afrikası’ndaki rejim değişikliklerinin dinamikleri, iv)küreselleşme, dünya yönetimi ve küreselleşme karşıtlığının ekonomi politiği.[16]

POST-KALKINMA:
(1990’LI YILLAR)
            Post-Kalkınma denilen süreçte kalkınma karşıtlığı ve eleştirel alternatif kalkınma şeklinde iki tane kalkınma sonrası görüş vardır.
            Kalkınma karşıtlarının başlıcalarından biri Escobar, Batının Güneyin yoksullaştırılmış halklarına karşı kalkınmayı batının dayattığı ve dolayısıyla aldatmaca olan bir şey olarak görmektedir. Dolayısıyla batı yine  kendi için hareket etmektedir ve kimseyi kalkındırma amaçlı bir iyiniyet içinde değildir. Toplumsal, kültürel bağlamları siler ve yerel kurum ve inançları silerek yerlerine küreselleşmeci anlayışını koyar.
            Eleştirel alternatif kalkınmacı anlayışa göre eleştiri noktası kalkınmanın tepeden inmeci tavrınadır. Öyle olmamalıdır, yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya daha katılımcı bir model sunulmalıdır. Yani sorun bu bahşediciliktedir.

SONUÇ:
            Kalkınma kavramsal ve tarihsel olarak belli amaçlar ve çıkarlar doğrultusunda ortaya çıkmış bir kavram olarak bugüne değin farklı politikalar dahilinde değişim ve dönüşümler geçirmiştir. Kavramın menşei batı olduğundan, batının çıkarlarına hizmet edecek biçimde farklı zamanlarda farklı reçetelerle var olmuştur. Bu bakımdan konuya azgelişmiş ülkeler açısından yaklaşan ve kalkınma olumlamalarına karşı çıkan Bağımlılık Okulu görüşlerine hak vermek gerekir.
            Kalkınma konusu dünya ekonomik düzeni ve dengeler değiştikçe kendini revize edebilecek kadar oynak ve esnek bir konudur. Dış politika mekanizmalarıyla da son derece yakından ilişkilidir. Ayrıca kalkınma sorunları yüzeysel ve az sayıda nedenle açıklanabilecek durumda değildir. Zengin bir düşünsel altyapı ile bezenmiş olan kalkınmaya dair görüşler bir arada incelenmeli, iç ve dış dinamikler göz ardı edilmeden sorunlara çok yönlü yaklaşılmalıdır.

KAYNAKÇA
CİRHİNLİOĞLU, Zafer, Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, 1.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999.
ERBAŞ, Hayriye, Küreselleşme Kapitalizm ve Toplumsal Dönüşümler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2009
VELTMEYER, Henry, Latin Amerika ve Başka Bir Kalkınma, Çev. Özkan Akpınar, Kalkedon Yayınları,İstanbul, Mayıs 2006
BAŞKAYA, Fikret, “Kalkınma: Bir Kavramın Anotomisi”,
ERCAN, Fuat, “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım, Kongreler Dizisi 3, sayı 49, cilt 14.




* Yükseklisans Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Latin Amerika Çalışmaları Anabilim Dalı. 
[1] Fikret Başkaya, “Kalkınma: Bir Kavramın Anotomisi”, http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=67:kalkinma-br-kavramin-anotoms-&catid=13:derslik&Itemid=19 (Alıntılanma Tarihi: 19.11.12)
[2] Zafer Cirhinlioğlu, Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, 1.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 16, 121.
[3] a.e., s. 15.
[4] Fuat Ercan, “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım, Kongreler Dizisi 3, sayı 49, cilt 14.

[5] Fikret Başkaya, a.g.m.
[6] Hayriye Erbaş, Küreselleşme Kapitalizm ve Toplumsal Dönüşümler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2009, s. 12, 13, 14.
[7] R. W. Rostow, İktisadi Gelişmenin Aşamaları adlı eserinde şunları yazıyor: “Sömürgeler başlangıçta umumiyetle milli politikaların temel bir hedefini elde etmek veya rakip bir iktisadi kuvveti kovmak için değil, fakat bir boşluğu doldurmak, yani modern ithalat ve ihracat faaliyeti yapmaya veya ihraç için üretime kendi başına muktedir olmayan (veya bunu istemeyen) geleneksel bir cemiyeti organize etmek için kurulmuştur. Eşit güçteki devletler arasında normal bir ticaret yürümüş olsaydı, müdahaleci devletleri sömürgelere iten sebep ortadan kalkardı; nitekim onları sömürgelerde tutan esas sebeplerden biri de bu idi, zira geleneğe dayanan cemiyetin ihraç edilecek hammaddelerinden başka bir şeyi yoktu. Ve normal ticaret pek çok hallerde daha intizamlı, daha rasyonel, hatta daha az pahalıya mal olurdu. Mamafih 1900’den önceki dört asır içinde Amerika, Asya ve Afrika’nın yerli halkları ve Ortadoğu, tekâmüllerinin muhtelif merhalelerinde ne Batı Avrupa ile iş yapacak ne de Batı Avrupa’nın silahlarına karşı kendini koruyacak bir yapıya ve sebebe sahipti, böylece bunlar istila ve organize edildiler.”
[8] Bretton Woods Sistemi: II. Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir. Bretton Woods uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirler. Bu sistem , dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir. Bu sistemin getirilmesini isteyen ABD'nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. John Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir.

[9] Henry Veltmeyer, Latin Amerika ve Başka Bir Kalkınma, Çev. Özkan Akpınar, Kalkedon Yayınları,İstanbul, Mayıs 2006, s. 16.
[10] Fikret Başkaya, a.g.m.
[11] ECLA: Economic Comission for Latin America-Latin Amerika Ekonomik Komisyonu. BM’ye bağlı olarak 1950 yılında kurulmuştur.
[12] Zafer Cirhinlioğlu, a.g.e., s. 131-139.
[13] Henry Veltmeyer, a.g.e., s. 20-21.
[14] Henry Veltmeyer, a.g.e., s. 22, 23.
[15] Hayriye Erbaş, a.g.e., s. 19, 20.
Ayrıca  küreselleşme döneminin temel özellikleri için bknz. a.e., s.36, 37.
[16] Henry Veltmeyer, a.g.e., s. 31.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder