AnKARA
üNİVERSİTESİ
LATİN
aMERİKA ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI
|
Bir Tarih Yazılıyor:
TORDESILLAS ANTLAŞMASI
|
Gözde
Özer
|
(Bu araştırma,
“Latin Amerika’nın Bağımsızlık Süreci” dersi kapsamında Prof. Dr. Mehmet
Necati Kutlu’ya sunulmuştur.)
Güz 2011/Ankara
|
|
|
[Makale, Latin Amerika adıyla
anılan bölgenin Avrupalı iki güç olan İspanya ve Portekiz arasında bölüşümüne
neden olan antlaşmayı tüm dinamikleri ile sunmaktadır.]
|
Bir Tarih
Yazılıyor:
TORDESILLAS
ANTLAŞMASI
GİRİŞ
Bu çalışma, “Tordesillas Antlaşması” merkezinde cereyan eden olgu ve
olayları konu edinmiştir. Antlaşmaya giden süreci, antlaşmanın tarafları olarak
İber Yarımadası’nda hüküm süren siyasi ve dini iktidar sahiplerini, antlaşmanın
içinde yer alan çok boyutlu dinamikleri incelemeyi amaçlamıştır. Amerika’nın
keşfinden sonra kıtanın iki büyük sömürgeci güç olan İspanya ve Portekiz
arasında nasıl paylaşıldığını anlatan, dönemin özellliklerini içselleyen
Tordesillas Antlaşması, Latin Amerika tarihinin başlangıcı kabul edilebilir.
Antlaşma XV. yüzyılın sonlarında gerçekleşmiştir. Bu yüzyıl dünya
tarihinde çok önemli gelişmelerin yaşandığı, dönüşümlerin yer aldığı bir
tarihsel dönemi kapsar. Antlaşmanın içinde yer aldığı sürece de bu bakımdan
değinmekte fayda görülmüştür. Ardından antlaşmanın “sömürgecilik” kavramı
çerçevesinde bir değerlendirmesi verilmiştir. Bu çerçeve, “Keşifler Çağı ve
Portekiz”, “İspanya’da Siyasi Birlik”,”Papa VI. Alexander Borgia”,”Anlaşma
Süreci”, “Klasik Sömürgecilik Döneminin Başlangıcı: Tordesillas
Antlaşması”,”Antlaşmadan Sonra” başlıkları ile tamamlanmıştır.
KEŞİFLER ÇAĞI
VE PORTEKİZ
Portekiz’in adının Keşifler Çağı ile birlikte anılmasının nedeni
denizcilikte çok ileriye gitmiş olmalarıdır. Diğer aktör olan İspanya, bu
konuda daha geride durmaktadır. Portekiz, Endülüs Müslümanlarına karşı
gerçekleştirdiği reconquistasını (yeniden fetih) XIV. yüzyılın ortalarında
tamamlamıştır. Dolayısıyla Portekiz, coğrafi keşiflere İspanya’dan önce
başlamıştır.
Denizcilikteki muazzam ilerleme ve okyanusları aşmak imkanı, XIV.
yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Pusula, XIII. yüzyıldan itibaren
Akdeniz’de yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bunun dışında, 1270’te bir
haçlı seferi sırasında bir gemide ilk kez harita kullanılmıştır. Sonraki iki
yüzyıl boyunca modern coğrafya teknikleri ve kaşifler karşımıza çıkmıştır. Bu
işten kazanç uman prensler kendi hidrografyacılarını ve haritacılarını finanse
etmektedirler. Önde gelenlerinden biri de Portekiz Prensi, Denizci Henrique’dir.
Kendisi keşif ve denizcilik faaliyetlerine bizzat katılmamış olmasına karşın bu
faaliyetlerin destekçisi olduğundan “denizci/gemici” unvanlarıyla anılmıştır.
Prens bu işlere oldukça meraklı ve ilgili olmasına rağmen sonuçta bir Ortaçağ
insanıdır. Mutlak surette papalığın onayı olmadan seferlere başlamamak
gerektiğini düşünmekte, Hristiyanlığı yaymak saiki ile hareket etmektedir.
Keşifler çağının başlaması, hükümetin bu işe para ayırmasının yanında
şövalyelik ve haçlı seferleri dünyası ile ilişkilidir.
Peki Portekiz’in doğuya odaklanışı nasıl gelişmiştir?
Portekiz keşifleri, İspanya’ya göre daha sistematik ve dikkatlice
planlanmıştır. Ancak İspanya merkezî idarede ve bürokraside Portekiz’i geride
bırakarak Yeni Dünya’da varlık göstermede daha öne geçmiştir. Kastilya’nın reconquistasını
tamamlamak için 1492’de Granada’dan Müslümanları çıkarmak durumunda kalması
gerekecektir. Portekiz yeniden fethini tamamladığı için artık Kuzey Afrika’daki
Müslümanlara saldırabilecektir. 1415 Ceuta Kuşatması bu stratejinin
başlangıcıdır.
1445’te Portekizliler Senegal’e ulaşmış, Afrika’daki ilk kalelerini
burada kurmuşlardır. Prens Henrique 1460’ta ölmesine rağmen artık adamları daha
güneye inmeye hazırdır. 1473’te Ekvatoru geçip 1487’de Ümit Burnu’nu
aşmışlardır. Hint Okyanusu’nda Araplar uzun zamandır ticaret yaptığı için
burada kılavuz bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Bu okyanusun ötelerinde çok daha
zengin baharat kaynaklarının olduğu bilnmektedir. Vasco de Gama 1498’de doğu
Afrika kıyılarında Ummanlı bir kılavuz tutup Asya’ya doğru yola koyulmuştur.
Mayıs’ta Hindistan’ın batı kıyısındaki Kozikod’a ulaşmıştır. Böylece Avrupa’yla
Asya arasında ilk kez doğrudan deniz ulaşımı gerçekleştirilmiştir.
Portekiz açısından durum böyledir. Portekizlileri batıya doğru gitmekten
alıkoyan şey, aynı anda hem batı hem de doğu yollarına yatırım yapmanın ticari
anlamda getireceği yüktür. Doğu yolları Portekiz tarafından bu şekilde ele
geçirilirken İspanya da batı seferlerini destekleyecektir.
İSPANYA’DA
SİYASİ BİRLİK
1469’da Kastilya tahtının varislerinden Prenses Isabel, hem ülkesinin hem
de kendi geleceğinin selameti açısından bir karar vermek durumundadır.
Geleceğin güçlü prenslerinden biriyle evlenmenin kendisini güçlü kılacağını
düşünür. İki ideal aday vardır: Portekiz Prensi ya da Aragon Prensi. Isabel
hayatında hiç görmemiş olsa bile mantıklı davranmayı seçerek Aragon Prensi
Fernando ile evlenir. Ağabeyi Kral IV. Enrique’nin ve yeğeni Prenses Juana’nın
yandaşları bu evliliği asla desteklemez, ancak Isabel kararından dönmez.
1474’te ağabeyi ölünce kendini kraliçe ilan eder. Yeğeni Prenses Juana’nın
başını çektiği muhalifler Kraliçe Isabel’le 5 yıl sürecek bir mücadeleye
girerler. Bu iç savaş ortamı 1479 itibariyle son bulur. Kraliçe Isabel ülkede
istikrarı sağlar, tüm ayaklanmaları bastırır. Aynı yıl, çok önemli bir olay
daha yaşanır ve Kraliçe’nin kocası Fernando, babasının ölümünden sonra Aragon
Kralı olur.
Kastilya Kraliçesi ve Aragon Kralı’nın evliliği, iki ülkenin aynı elden
yönetilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu iki
krallık arasında ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından Kastilya öne
çıkmaktadır. Kastilya o yüzyılda İber yarımadasının en zengin ve dinamik
ülkesidir. Daha önceleri önemli bir zenginlik merkezi olan Katalanya hayli güç
kaybetmiştir, Katalanya’nın başkenti Barcelona ise iç savaşlar nedeniyle tükenmenin
eşiğine gelmiş durumdadır. Katalanya zayıflarken Kastilya önemli bir ekonomik
büyüme yakalamıştır. Hayvancılık ülke ekonomisi içinde son derece önemli bir
yer tutmaktadır. Hayvancılıktan elde edilen yün, tüm Avrupa ülkelerine ihraç
edilmektedir. Kastilya ekonomik üstünlüğüne bağlı olarak Aragon üzerinde siyasal
bir nüfuz da kurmuştur.
Bu mantık evliliği, beraberinde büyük bir güç getirmiş ve aristokrasiyle
savaşıp kazanmayı bilmiştir. Aristokratlar merkezîleşmeye, bürokrasiye boyun
eğmiştir. Isabel ve Fernando din adamlarını da kendileri belirlemektedir,
ruhban sınıfı da bu iktidarı kabullenmiştir. Aynı şekilde güvenlik de merkezden
sağlanmaktadır. “Santa Hermandad” (kutsal kardeşlik) adlı polis örgütü, kırsal
kesimde merkez adına güvenliği tesis etmektedir. Otorite kurulmuştur, artık
reconquista tamamlanabilecektir. Güneye doğru fetihlere girişmişlerdir.
Endülüslerin İspanya’daki son yurtları Granada Emirliği’dir. Kastilya’nın
yönetimindeki Granada, Kraliçe’ye vergi ödemekle yükümlüdür. Ancak,
Hristiyanlar vergiyle yetinmek niyetinde değildirler. İspanya’daki Müslümanlardan
tamamen kurtulmak istemektedirler. Granada’nın şanssızlığı kuzey komşuları
Kastilya ve Aragon’un sürekli ve sağlam bir ittifaktan güç almalarıdır.
Evlilikle kurulan bu ittifakı ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir. Katolik
Krallar 11 yıllık savaşın sonunda (1481-1492), Granada’yı geri almışlardır (2
Ocak 1492). Yalnızca İspanyollar değil, bütün Hristiyanlar bunu sevinçle
karşılar. 1453’ten sonra ilk kez Müslümanları alt etmişlerdir.
Granada’nın fethiyle birlikte İspanyol siyasi birliği oluşmaya
başlayacaktır. Siyasal birliğe giden yollar ise Engizisyon mahkemelerinin
yeniden açılması, Müslümanlara karşı önemli bir zaferin kazanılması ve
Musevilerin İber Yarımadası’ndan atılması aracılığıyla dinsel anlamda tekil bir
yapının kurulmasından güç almaktadır. Dinsel anlamda tekil yapıyı kurmak,
İspanya açısından çok önemliydi. Hristiyan olmayanlara karşı hoşgörüsüzlük
içindeydiler. 1391 tarihli Musevi Katliamı bu hoşgörüsüzlüğün kanıtlarından biridir.
Sonucunda bu insanlar Hristiyanlığı seçmeye zorlanmış, seçtikten sonra da
“sonradan dönenler” anlamına gelen “conversos” olarak tanımlanmışlardır.
Conversolara güvenleri yoktur ve 1480’den itibaren onlara engizisyon süreci
başlatılmıştır. Engizisyon mahkemeleri Ortaçağın karanlık yüzünü
yansıtmaktadır, korkutucudur.
İspanya Musevileri 31 Mart 1492 tarihli bir kararla ülke dışına
atılmışlardır. Bu kararı alanların kendilerine göre bazı nedenleri vardı. Museviler
İspanya’da yaşamadıkları sürece, Hristiyanlığı seçen conversolar, Hristiyan
topluluk içinde kolayca asimile edilebilirler diye düşünmüşlerdir. Museviler bu
tarihten itibaren çok zor bir seçimle karşı karşıya bırakılmışlardır. 4 ay
içinde ya Hristiyanlığı seçeceklerdir ya da ülkeyi terk edeceklerdir. Din
değiştirmeyi kabul etmeyen ve başka bir ülkede yaşamayı yeğleyen Musevilerin
sayısının 50 bin ila 150 bin olduğu sanılmaktadır. Bu toplulukların bir kısmı
Fransa’nın güneybatısına, Kuzey Afrika ve Portekiz’e, Amsterdam’a ve İtalyan şehirlerine kabul
edilmişlerdir. Ancak Musevi cemaatinin en yoğun biçimde göç ettiği yer Osmanlı
topraklarıdır. Sefarad Musevileri olarak bilinen bu topluluklar, gittikleri
ülkelerde Musevi İspanyol kültürünü ve dilini yaşatmaya devam etmişlerdir.
1492’de Granada ele geçirilip Museviler ülke dışına sürülmüştür.
Reconquista (yeniden fetih) tamamlanmış, dini anlamda tekil yapı oluşturulmuş,
haçlı zihniyeti pekişmiştir.
1486’ya dönersek, Ceneviz kökenli Kristof Kolomb adlı bir denizci,
Kastilya Kraliçesi Isabel’i hayaline inandırmıştır.
1453’te İstanbul’un Müslüman Türkler tarafından fethi sonucunda doğunun
zenginliklerine ulaşmak daha masraflı bir hal almıştır. Kolomb’un hayali,
durmadan batıya ilerleyerek doğunun zenginliklerine farklı bir yoldan ulaşmaktır,
ne de olsa dünya yuvarlaktır. Bu boş bir hayal değildir, Bahama’ya ilk ayak
bastığında yanında Marco Polo Seyahatnamesi vardır,
ayrıca Batlamyus’tan edindiği bilgilere de güvenmektedir. 1483’ten başlayarak
Portekiz Kralı’na sunduğu tüm öneriler reddedilmiştir. Ayrıca o dönemde
Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında bir siyasi kriz de vardır. Mısır Sultanı,
Arap Krallıklarına yönelik harekâtın haberini alınca, İspanya’yı, Kudüs’teki
Hristiyan varlığını ortadan kaldırmakla tehdit etmiştir. İki dinin tarafları
arasındaki bu gerginlik Kolomb tarafından kullanılmıştır.
Kraliçe Isabel’e gideceği yerleri Hristiyanlaştırma vaadinde bulunması, doğunun
zenginliklerine erişme amacının yanında ikinci bir amaç olarak keşif seferlerine destek bulmasında etkili
olmuştur. Isabel’in bu tarihi kararı, hem Avrupa hem Amerika, ve hatta dünya
tarihi açısından bir dönüm noktası olacaktır.
Kolomb girişiminde muvaffak olacak, 12 Ekim 1492, tarihe “Amerika’nın
Keşfi” olarak işlenecektir.
Papa hristiyanlığa yaptıkları katkıdan dolayı Kraliçe Isabel ile Kral
Fernando’ya 1494 itibariyle ‘Katolik Krallar’ unvanını vermiştir. Onların
çocukları, yaptıkları evliliklerle yalnızca İspanya değil, tüm Avrupa tarihinde
önemli roller oynayacaklardır. Çiftin oğlu Juan, Habsbourg ailesinden bir
prensesle evlenir, ancak vakitsiz bir çağda ölünce (1497) meydanı kız kardeşi
Juana’ya bırakmıştır. Diğer kız evlat Catalina’dır. O da İngiltere tahtının
varisi Arthur ile evlenecektir. Hem babasının hem de annesinin tahtının varisi
olan Juana, Habsbourg ailesinden Güzel Philipp ile evlenir. Kocasına karşı
derin hisler besleyen, zaman zaman kıskançlık krizleriyle boğuşan Juana,
krallığın geleceğiyle ilgilenme gereği duymamaktadır. Kraliçe Isabel, kızının
krallığı yönetecek kapasiteye sahip olmadığını anlamış ve kendi ölümü durumunda
Kastilya tahtının da, Aragon Kralı Fernando tarafından doldurulmasını
istemiştir. Ancak onun arzusu yerine gelmemiş ve Fernando, karısının 1504’teki
ölümünden sonra yalnızca Aragon Kralı olarak hüküm sürmeye devam etmiştir.
Kastilya’da, Prenses Juana’nın ilgisizliğine koşut olarak, kocası Philipp’in
hükmü geçmektedir. Katolik Krallar, iki krallığı mükemmel bir uyum içinde
yönetmişlerdir (1479-1505), ancak Isabel’in ölümünden sonra krallıkların kaderi
yeniden ayrılmıştır.
Fernando, 1506’da Fransa Kralı’nın yeğeni ile evlenmiştir, ancak ondan
doğan çocuk birkaç gün yaşadıktan sonra ölmüştür. Kastilya’da hüküm süren
Philipp de aynı yıl ölünce Toledo Başpiskoposu Kardinal Cisneros, Fernando’yu
Kastilya Krallığı’nın başına çağırmıştır. Kral kızının adına ülkeyi yönetmeye
başlamıştır. Ülke resmi anlamda Kraliçe Juana tarafından, ancak fiili olarak
babası Fernando’nun eliyle yönetilmektedir. Fernando, 1516 yılında hayatını
kaybetmiştir. Bu durumda onun varisi, torunu Karl (Şarlken) olacaktır. Kraliyet
kurallarına göre Şarlken, Aragon’u kral, Kastilya’yı da naip sıfatıyla
yönetecektir. Ancak Şarlken’in danışmanları buna kulak asmamışlardır, onu Kastilya
ve Aragon Kralı ilan etmişlerdir.
Isabel ve Fernando, Katolik Krallar olarak güçlü bir merkezî otorite
kurmuş, bürokratik makamları orta sınıf kökenli kişilerin ellerine vererek
aristokrasinin gücünü kırmışlardır.
PAPA VI. ALEXANDER BORGİA
Dönemleri birbirinden kesin çizgilerle ayırıp bir noktadan bir noktaya
uzanan bir hat olarak düşünemiyoruz. Rönesansın aydınlık yüzünü, yeniden doğuşu
görürken Ortaçağa özgü karanlık görüngüler de tam olarak silinmiş değildir. XIV.
yüzyılda İtalya’da başlamıştır Rönesans, XVII. yüzyıl ortalarına kadar da devam
etmiştir. Avrupa sanatı ve bilimi önemli ölçüde gelişmiştir. Ancak bunun
yanında skolastik düşünce yapısı, din adına işlenen cinayetler, engizisyon
zulmü, keşfedilen toprakların talan edilmesi gibi gerçekler de bu dönemin
gerçekleridir.
Borgia ailesi bu döneme özgü ilgi
çekici bir örnektir.
Alfonso de Borgia, III. Calixtus adıyla 1455’te papa olur. Yeğeni Rodrigo
Borgia’yı evlat edinir ve Roma’ya yanına alır. Rodrigo Borgia da 1456’da henüz
25 yaşındayken kardinal olur. 11 Ağustos 1492’de şaibeli biçimde, Isabel ve
Fernando’nun da desteğini alarak papa seçilen Rodrigo Borgia, VI. Alexander
adını alır.
Din adamlığı hakkında, özel hayatı hakkında birçok suçlama ortaya
çıkmıştır. Seçilmesinden iki yıl sonra 1494'te, gelecekte II. Julius adıyla papa
olacak Della Ravere'nin başını çektiği bir grup yüksek kilise görevlisi onu
simonia (kilise görevlerini satmak) ve yolsuzlukla suçlayarak indirmeye
kalkmıştır. Bu hareket bastırılmış ve Papa, lükse karşı, fakirlikten yana keşiş
Savonarola'nın etkili ayaklanmasına rağmen ailesini, yakınlarını kayırmayı,
yolsuzlukları ve siyasi cinayetleri sürdürmüştür. 1492’de Kolomb’un Yeni
Dünya’yı keşfetmesinden sonra, 1493’te Papa VI. Alexander dünyayı (Cabo Verde)
Yeşil Burun adalarının 100 fersah batısından geçen bir hatla ikiye bölmüştür.
Bu hattın doğusunda kalan tüm yeni keşfedilen ve keşfedilecek toprakları
Portekiz'e, batısında kalanları da İspanya'ya bırakmıştır. 1494'te Katolik
Krallar ile Portekiz Kralı II. Joao, Tordesillas Antlaşması ile (daha sonra
belirtileceği üzere sınırlar üzerinde bir değişiklikle) bu kararı onaylamıştır.
Din, birçok defa tekrarlandığı üzere, siyaset ile alışveriş halindedir.
Siyasi yapı ve emeller, dini meşruiyet zemini olarak kullanmıştır. Dolayısıyla
ruhani gücü simgeleyen Papa VI. Alexander’ın ve Katolik Krallar unvanını
vererek dinî karakter atfettiği Isabel ve Fernando’nun bu alışveriş içinde
olduğunu söylemek sanırım pek de yanlış olmaz. Aragon’da Valencia’da doğmuş,
rüşvetin yanı sıra Fernando ve Isabella’nın müdahaleleriyle papalığa
seçilebilmiştir. Anlaşılan o ki, papa ve siyasi iktidar arasındaki bu
karşılıklı çıkar ilişkisi antlaşmaya da yansıyacaktır.
Nitekim kendisinden ahlaksız diye
söz edilmesi, simonia (kilise görevlerini satmak) suçundan dolayı kendisine
karşı ayaklanmaların olması siyasi otoritede müdahale etme dürtüsünü
tetikleyememiştir. Tüm bu dinamikler, Kolomb’un girişiminde, daha sonra da
Tordesillas Antlaşması ile keşfedilen toprakların bölüşümü ve sömürgeleşmesinde
son derece etkili olmuştur.
ANLAŞMA
SÜRECİ
Denizyollarının keşfedilmesi çağında iki güç İspanya ve Portekizdir.
Amerika’nın keşfi açısından bakıldığında İspanya her ne kadar 1-0 önde olsa da,
bu iki güç uyumlu davranmayı, anlaşma yollarını tercih etmeyi elden
bırakmamıştır. Çünkü her ikisi de kilisenin gücünü tanımakta ve itaat
etmektedirler. Papanın otoritesine saygıları vardır. Bu durum çağın tipik
özelliğidir.
Avrupa suları dışındaki bölgelerde ticaret konusunda ilk antlaşma
Portekiz ve İspanya arasında 1479’da yapılmıştır.
Bundan kısa bir süre sonra nüfuz alanları kısıtlanmıştır. Papa geçici bir hakem
kararıyla Cabo Verde adalarının 100 fersah batısından geçen çizgiyle dünyayı
iki ülke arasında paylaştırmıştır. Bu karar 1494 tarihli Tordesillas antlaşması
ile geçerliliğini kaybedecek, yeniden düzenlenecektir.
Avrupa’daki Hristiyan toplumu, bir Hristiyan yönetici tarafından daha
önce hak iddia edilmemiş herhangi bir toprak üzerinde geçici bir egemenlik
kurma hakkını papalara uzun yıllar önce tanımıştır. XIII. yüzyılda kilise
kararları, papanın İsa’nın piskoposu olduğunu ve yalnızca Hristiyanlar üzerinde
değil, diğer tüm dinsizler üzerinde de otoritesi bulunduğunu, çünkü mümin ve
münafıkların hepsinin de yaradılış yoluyla İsa’nın koyunları olduğunu ilan
etmiştir.
1493 yılı nisan ortalarında; yani Kolomb’un yolculuktan dönmesinden
sonraki ilk ayın içinde, Kolomb’un bu keşfine ilişkin mektup Roma’ya ulaşmıştır.
Bazı bölümleri 3 Mayıs 1493’te VI. Alexandre tarafından yayımlanan ve yeni
topraklar konusunu ele alan papalık bildirgesine eklenmiştir. Machiavelli, VI.
Alexandre’ı o güne kadar para ve güç ile hüküm sürebilen tek papa olarak
belgelemiştir.
Papa, yayımladığı dört kilise bildirisi ile yeni keşfedilmiş Hint
Adaları’ndaki bu yeni toprakları İspanya’ya vermiştir.
Tordesillas Antlaşması (7 Haziran 1494), XV. yüzyılda bulunan topraklar
üzerindeki anlaşmazlıklara çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Papa VI. Alexandre
1493’te Cabo Verde Adaları’nın 100 fersah batısından geçen hattı İspanyol ve
Portekiz nüfuz bölgeleri arasında sınır olarak belirlemiş, fermanlar
yayınlamıştır. Buna göre hattın batısında kalan bölge İspanya’nın denetimine
bırakılmış, Portekiz’e ise hattın doğusunda keşif seferleri düzenleme hakkı
tanınmıştır.
Bu
hattın bizzat Kolomb tarafından çizildiği söylenebilir. Bunun mantığı pek de
bilimsel olmayan bir görüşle savunulmuştur. Kolomb, 100 fersah noktasının hemen
ötesinde iklimin değiştiğini, ısının daha ılımlı olduğunu ve yaz kış hiç
değişmediğini öne sürmüştür. Kanarya Adaları’na kadar ve bu 100 fersahın
ötesinde ya da Azor bölgesinde ise çok sayıda bit bulunduğunu, ancak bu
noktadan sonra bunların ölmeye başladığını, bu şekilde, ilk adalardan sonra
(Hint Adaları) bit gören hiçbir insanın olmadığı belirtilmiştir.
Ayrıca her iki ülkenin de hristiyan hükümdarların elinde bulunan toprakları
işgal etmesi yasaklanmıştır. Yani bu bölüşüm, “hristiyan olmayan” dünyanın
bölüşümüdür. İspanya ve Portekiz dışındaki hiçbir Avrupa Devleti bu fermanları
kabul etmeye yanaşmamıştır. Bu arada Katolik Krallar Isabel ve Fernando,
Portekiz ve öteki olası rakiplere karşı daha önce belirttiğimiz üzere papalığın desteğini elde etmişlerdir. Üstün donanma avantajına sahip olan Portekiz
Kralı II. Joao ise Portekiz’e tanınan hakları yeterli bulmadığı ve Portekizli
gemicilere Afrika’ya uzanan yollarda yeterli alan bırakılmadığı için hoşnut
değildir, Fernando ve Isabel ile görüşmeler yapmıştır. Sonunda İspanya’nın
kuzeybatısındaki Tordesillas’ta bir araya gelen İspanyol ve Portekiz elçileri,
papalığın belirlediği paylaşımı bir değişiklikle onaylamışlardır. Bu
değişikliğe göre; paylaşım bölgelerini birbirinden ayıran hattın, Cabo Verde
Adalarının 370 fersah batısına (48-49 batı boylamı) kaydırılmasına karar
verilmiştir. Papa II. Julius 1506’da bu değişikliği onaylamıştır.
Şekil
3. http://www.tordesillas.net/webs/inicio.php
Kutuptan kutba çizilen bu hat, tesadüfi olarak çizilmiştir denilebilir.
Zira bugün Brezilya adıyla bildiğimiz Güney Amerika’nın doğusunda kalan
toprakların varlığı dahi o günlerde bilinmemektedir. Ancak sonradan Brezilya,
1500 yılında Portekizli denizci Pedro Alvarez de Cabral (1467-1520) tarafından
keşfedilince, antlaşmaya dayanarak Portekiz burada hak iddia etmiştir.
Bu anlaşmanın bir maddesine göre, Brezilya’da Portekiz dilinin egemen olacağı
bir Portekiz sömürgesi ile Güney Amerika’nın diğer bölgelerinde İspanyol halkı
ile İspanyolcanın egemen olması söz konusu olmuştur. Bir deniz imparatorluğu
kurma yolunda birbiriyle rekabet eden bu iki gücün anlaşması papanın egemenliğini
tanımalarına bağlıdır. Protestan Reformundan sonra artık bu gibi barışçı
anlaşmalar çok zor hatta olanaksız hale gelmiştir. İngiltere, Hollanda ve diğerleri
gibi herkesin katıldığı serbest rekabet ortamında, yapılacak keşiflerin de
kapsamını ordu ve donanmanın gücü belirleyecektir.
KLASİK
SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNİN BAŞLANGICI: TORDESILLAS ANTLAŞMASI
Tordesillas
Antlaşması gerçekten de sömürgeciliğin başlangıcı olarak tanımlanabilecek bir
antlaşmadır. Bu antlaşmaya dayanarak sömürge faaliyetlerine vakit kaybetmeden
başlanmış, conquistadorlar (fatihler) karşılarında hiçbir gücü tanımadan
“İsa’nın koyunları” olarak tanımladıkları Hristiyan olmayan halk ve
toplulukları Hristiyanlaştırmak amacıyla (!) büyük bir talan ve kıyıma
girişmişlerdir. Toprakları istila edilen yerliler ve sömürgeci güçler arasında
kurulan eşitsiz ilişki, sömürgeciliğin genel resmini ortaya koymaktadır.
Sömürgeciler hakimiyet kurdukları
coğrafyada kendi menfaatleri doğrultusunda oradaki ekonomik, siyasi
faaliyetleri ve ortamı şekillendirir, kendi faydalarına yeniden düzenleme
yoluna giderler. Tordesillas Antlaşması bu bakımdan bir başlangıç olma özelliği
göstermektedir. Dünya ikiye bölünmüştür ve güçlü olanlara sunulmuştur. Bu
faaliyete dini bir karakter atfedilmiş, İslamiyetteki cihad (din uğruna yapılan
savaş) anlayışına benzer biçimde “Hristiyanlaştırmaya gitmek” bir meşruiyet
zemini olarak kendine yer bulmuştur. Sömürülen halklar barbar olarak görülmüştür,
hatta insan bile olmadıkları öne sürülmüştür.
Yerlilere yük hayvanı kadar bile değer vermemişlerdir. İkinci bir meşruiyet
zemini olarak da onlara “uygarlık götürmek” şeklinde ifade edilebilir.
Yeni
dünyadaki bu ilk sömürgecilik hareketleri, Avrupa kapitalizminin beslenmesi
için bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Avrupalı sömürgeciler Yeni Dünyaya
ulaşırken doğunun zenginliklerine farklı bir yol deneyerek gitmeyi ummuşlardır.
Geldikleri yer bambaşka bir cennet olmuştur onlar için. Geldiklerinde cennet
olarak niteledikleri yerleri kan ve gözyaşına bulayarak cehenneme çevirmişlerdir.
İstediklerini almaları önemlidir, amaca giden her yol mübahtır. Rönesans ve
reformun dinin siyaset üzerindeki etki ve baskısını engelleyici etkisi,
okyanusu aşıp Amerika’daki faaliyetlere ulaşamamıştır. Ortaçağ kafasıyla inşa
edilen plan, Tordesillas Antlaşması ile vücut bulmuştur. Yeni Dünya hızla
Avrupa’dan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendirilmiştir.
Plantasyonlar (köle emeğine dayalı, arazi sahibinin mutlak egemen olduğu, büyük
üretim çiftlikleri) kurulmuş, yerliler ve Afrika’dan sürülüp getirilenler bu
plantasyonlarda köle olarak çalıştırılmıştır. Altın, gümüş gibi önemli yeraltı
kaynakları bölgedeki coğrafyayı değiştirecek, dağları tepeleri tüketecek kadar
sömürülüp boşaltılmış, Avrupa’ya taşınmıştır.
XVII.
yüzyıla gelindiğinde ekonomik kriz baş göstermiştir. Merkantilizm ön plana
çıkmıştır. Altın, gümüş gibi değerli madenlerin bulunduğu bir yer olarak Yeni
Dünya toprakları merkantilizmi doyuracak bir kaynak olarak görülmüştür. İlk
sermaye birikimi böylece sağlanmış ve kapitalizm bu aşamadan sonra kendini
göstermiştir.
İspanya
ve Portekiz İmparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü
imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve İngiltere’nin ticari faaliyetlere
dayanan yayılmacılığı XVII. yüzyılda görülmüştür. Avrupa’da yaşanan kimi
ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol
açmıştır. Değerli madenlerin Avrupa’ya akması, genellikle lüks madde ithalatına
harcanmalarıyla Avrupa’da yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden olmuştur.
Bu durum, toprak sahiplerinin ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı
tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol
açmıştır. Böylece, Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri piyasada başat
konuma yükselmiştir.
ANTLAŞMADAN
SONRA
“1494’te imzalanan Tordesillas Antlaşması, Portekizlilere
Papa tarafından çizilmiş olan ayrım çizgisinin ötesinde kalan Amerikan
topraklarını işgal hakkı tanıyordu. Nitekim 1530’da Martim Alfonso de Sousa bu
antlaşmaya dayanarak Brezilya’daki Fransızları sürüp çıkardıktan sonra ilk
Portekiz yerleşim merkezlerini kuracaktı. Yine aynı dönemde İspanyollar da
korkunç ormanları ve muazzam zorlu çölleri aşarak, keşif ve fetihlerini elle
tutulur şekilde ilerletmiş bulunuyorlardı. 1513’te Büyük Okyanus’un ışıltılı
suları Vasco Nunez de Balboa’nın gözlerinin önünde serili duruyordu. 1522
sonbaharında, tarihte ilk kez iki okyanusu birbirine bağlamış ve yeryüzünün
yuvarlaklığını tam bir tur atarak ispatlamış olan Macellan seferinden arta
kalan 18 kişi İspanya’ya dönmekteydi. 3 yıl önce Hernan Cortes’in 10 gemisi
Küba’dan ayrılmış ve Meksika’ya doğru yelken açmıştı. 1523’te Pedro de Alvarado
Orta Amerika’yı fethe girişiyordu. 1533’te Francisco Pizarro ezici bir zaferden
sonra Cuzco’ya girmekte ve böylece Inka İmparatorluğu’nun kalbini ele
geçirmekteydi. 1540’ta Pedro de Valdivia, Atacama Çölü’nü aşarak bugünkü
Şili’nin başkenti Santiago’yu kuruyordu. Daha kuzeyde ise Chaco’ya dalmıştı
fatihler ve Peru’dan dünyanın en büyük ırmağının denize döküldüğü yere kadar
uzanan bütün Yeni Dünya topraklarını egemenlikleri altına almış bulunuyorlardı.
“
Galeano,
antlaşmanın sonucunda meydana gelen gelişmeleri genel olarak bu şekilde
özetlemiştir. Gerçekten de Amerika’daki faaliyetler Galeano’nun cümleleri
hızlıca sıralayışı gibi ardı ardına hız kesmeden devam etmiştir.
İlk
olarak İspanyollar Tordesillas Antlaşmasının keşfetmelerine izin verdiği
bölgenin iç kısımlarında önemli maddi kaynaklar olduğunu bulmuşlar, böylece
kıyı bölgeleri ve adalardan ziyade kara parçalarının iç kesimlerine
yoğunlaşmışlardır. İlk baştaki girişimler conquistadorların girişimleriyle
sınırlıdır. Meksika’da fatih Cortes, Guatemala’da Alvarado, Peru’da Pizarro,
Yeni Granada’da Queseda ve Yucatan’da Montejo.
Kolomb’un
kıtaya ayak basmasıyla birlikte başlayan istila hareketi, yerli halka yönelik
sistematik katliamlarla yüzyıllarca devam ettirilmiştir.
Yeni
İspanya ve Peru’da yerleştirilen encomienda sistemi (yerlilerin köle koşullarında
çalıştırıldığı geniş topraklara hükmeden çiftlikler çerçevesinde şekillenen
sistem) ile conquistadorlar geniş toprakların sahibi olmuşlar ve yerlilerin
işgücünden faydalanma ve gelir sağlama haklarını elde etmişlerdir. İspanya tüm
Amerika sömürgelerinde aynı sistemi kurarak kendi yolunu çizerken, Portekiz
daha yavaş ve isteksiz davranmıştır.
XVII.
yüzyılın sonundan itibaren Portekiz ancak güçlü bir donanmanın yardımıyla
savunabildiği sömürgelerinin yarısını kaybetmiştir. İspanya da aynı şekilde kıyı
ve adalardaki topraklarına ve denizlerdeki ticari üstünlüğüne yönelik dış tehditlerin
saldırılarını önleyememiştir. Bütün bunlar, Fransa ve İngiltere’nin,
İspanya’nın Tordesillas Antlaşması ile Güney Amerika ve Karayipler’deki
tekeline karşı duyduğu rahatsızlığın sonucudur. 1570 ve 1590’larda İngiliz
girişimciler Batı Hindistan’a bir dizi saldırı düzenleyerek, I. Felipe’yi
hazinesinin büyük kısmını kıyı savunmasına harcamaya zorlamışlardır. Ancak
İspanyol İmparatorluğu’nun tamamının fethedilmesi imkansızdır. Hiçbir Avrupa
devletinin Amerika’ya saldırılar düzenlemeye ve isyanlarla uğraşmaya gücü ve
niyeti yoktur. Böylece İspanya’nın kayıpları Batı Hint Adalarından birkaçı ve Florida
ile kısıtlı kalmıştır.
İspanya’nın
da Portekiz’in de karşılaştığı temel sorun, sömürgelerde ortaya çıkan
milliyetçi akımlardır. İsyanın açıkça dile getirilmesini sağlayan faktör,
1808’den itibaren Portekiz ve İspanya’nın Fransa’nın işgali altında olmasıdır.
1811 ve 1825 arasında Meksika, Kolombiya, Peru, Şili, Bolivya ve La Plata İspanya’dan
ayrıldıklarını ilan ederlerken, Brezilya ve Uruguay da Portekiz’den ayrılmıştır.
XIX.
yüzyılın başlarından itibaren İspanyol Emperyalizmi gücünü yitirmiştir.
SONUÇ
Tordesillas
Antlaşması’nın çok yönlü karakteristik özellikleri vardır. Bir defa bu antlaşma
bir paylaşım antlaşmasıdır. “Hristiyan olmayan dünyayı paylaştırmak” ifadesiyle
vücut bulan dinî boyutu da es geçmemek gerekir. 12 Ekim 1492, Kristof Kolomb’un
Amerika kıtasına ayak basma tarihidir. Aslında buna -üzerinde kurulmuş uygarlıkları
ve insan topluluklarını hiçe sayarak- “keşif” demek, tam anlamıyla Tordesillas
Antlaşması imzacılarının bakış açılarına işaret etse de alışılageldiğinden
dolayı bu ifade yer yer kullanılmıştır. Zira antlaşma, özelinde bu Yeni
Dünya’yı ve genelinde Hristiyan olmayan tüm dünyayı dönemin iki büyük gücü
arasında nüfuz bölgelerine ayırmıştır. Bu tek yönlü ve batımerkezci bakış
açısı, antlaşmayı şekillendiren önemli bir unsurdur. Aynı perspektif,
antlaşmadan sonra da farklı biçimlerde kendini gösteriyor ve “sömürgecilik”
kavramı ortaya çıkıyor. Antlaşma ile başlayan sömürgecilik eylemleri günümüzde
de etkilerini sürdürmektedir. Birilerinin refahı artarken birilerinin refahı da
aynı oranda düşüş göstermektedir. Bu diyalektik sürecin başlamasında Tordesillas
Antlaşması etkilidir.
KAYNAKÇA
BOORSTIN, Daniel
J., Keşifler ve Buluşlar, çev. Fatoş
Dilber, Kültür Yayınları, Ankara, 1996
ÇIVGIN, İzzet-
YARDIMCI, Remzi, Çağdaş Dünya Tarihi,
Maya Akademi, Ankara, 2007
DE LAS CASAS
Bartoloméo, Yerlilerin Gözyaşları, 2.Baskı,
İmge Kitabevi, 2011
DIAKONOFF, Igor
M., Tarihin Yörüngeleri, çev. Mete Tunçay, 1. Baskı, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004
GALEANO, Eduardo,
Latin Amerika’nın Kesik Damarları,
çev. Atilla Tokatlı- Roza
Hakmen, Çitlembik
Yayınları, İstanbul, 2010
LEE, Stephan J.,
Avrupa
Tarihinden Kesitler 1494 - 1789, çev. Ertürk Demirel, Dost Kitabevi
Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2004
ÖZBUDUN, Sibel, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik
Yazıları, Ütopya Yayınevi, 1.Baskı, Eylül 2010
ROBERTS, J. M., Avrupa Tarihi, çev. Aytuna Fethi,
İnkılap Kitabevi, Ekim 2010
Ana Britannica, cilt 21, Ana
Yayıncılık, İstanbul, 2005
KILIÇBAY, Mehmet
Ali, “Kanlı Papalık Ailesi”, Sabah
Gazetesi
http://mlam.tkp.org.tr/kavramlar/somurgecilik-nedir
Stephan J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler 1494 -
1789, Çeviren: Ertürk Demirel, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Ankara,
2004, s. 133.
J. M. Roberts, Avrupa Tarihi, Çeviren: Fethi
Aytuna, İnkılap Kitabevi, İstanbul, Ekim 2010, s. 278, 279, 280.
İzzet Çıvgın- Remzi Yardımcı, Çağdaş Dünya Tarihi,
Maya Akademi Yayınları, Ankara, 2007, s. 8.
Igor M. Diakonoff, Tarihin Yörüngeleri,
Çeviren: Mete Tunçay, 1. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2004, s.196.
Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik
Damarları, Çeviren: Atilla Tokatlı- Roza Hakmen, Çitlembik Yayınları,
İstanbul, Nisan 2010, s. 25.
İzzet Çıvgın-Remzi Yardımcı, a.g.e.,
s. 9.
Mehmet Ali Kılıçbay, “Kanlı Papalık Ailesi”, Sabah
Gazetesi, 04/06/2006.
Daniel J. Boorstin, Keşifler ve Buluşlar,
Çeviren: Fatoş Dilber, 2. Baskı, Kültür Yayınları, Ankara, 1996, s. 243, 244.
J.M. Roberts, a.g.e. s. 281.
Daniel J. Boorstin, a.g.e., s. 243, 244, 245.
Ana Britannica, cilt 21, Ana Yayıncılık, İstanbul,
2005, s. 110.
Daniel J. Boorstin, a.g.e., s. 244.
Ana Britannica, a.g.e., s. 111.
Igor M. Diakonoff, a.g.e., s.208.
Bartolomeo de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları,
2.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, 2011, s.35.
Eduardo Galeano, a.g.e., s. 35, 36, 37.
MLAM/Marksist Leninist
Araştırmalar Merkezi, http://mlam.tkp.org.tr/kavramlar/somurgecilik-nedir
Eduardo Galeano, a.g.e., s. 31, 32.
Stephan J. Lee, a.g.e., s.134.
Stephan J. Lee, a.g.e., s. 135.
[*] Ankara
Üniversitesi, Latin Amerika Çalışmaları Yükseklisans Öğrencisi.