31 Aralık 2012 Pazartesi

ÇAMURLU SU, YOLLAR, RİZİKO


ÇAMURLU SU, YOLLAR, RİZİKO
                Kahverengi, ama kahve değil adı, çamurlu su! Camı açtığımda aldığım toprak ve çimen kokusu, içtiğim kahveyi çamurlu su rüyasına büründürdü. Güzel kokuyor… Yağmur ağaçları asfaltları ve kuşları yıkarken bir de bu kokuyu bırakır ardında, söyleyemediği bir söz vardır.
“Beni unutma, çünkü yine geleceğim.. Kokumu bırakıyorum, mahçup etmeyeyim diye bir şey demiyorum sana.”
Düşüncelere dalıyor, dalıyor, dalıyorum…
                Geçer mi günlerce evden hiç çıkmadan, beynine oksijen gitmeden, solumadan onlarca kilometrelik yolun asfalt yorgunluğunu… Ne garip hayatımızda yollar ne kadar çok yer kaplıyor. Bir yerlere gitmek bazen yeni başlangıçlar, bazen ayrılıklar, bazen bir kaçış oluyor. Orada, oracıkta duran hayatımızda içimizi kaşarlandırmış bir şey var. Öylesine bir kaşarlanma ki bu, artık ne olursa olsun heyecanlanamıyoruz, sevinemiyor, memnuniyet duyamıyoruz. Alışkanlıklar, gündelik düşünceler, meşgaleler, merhaleler...
                Bazen de ne kadar uzaklara kaçarsan kaç hep olduğun yerde debelenmektesin, seni hareket ettirmeyen karabasan rüyalarından birini görmektesin. Hesaplar kitaplar yaptın, duygusal yatırım yaptın yahu kolay mı! Herşey tuzla buz oldu. Ama ben sana bir tavsiyede bulunayım, rizikonun en yüksek olduğu kumar duygularla oynanır. Zaten sen en başından beri o kumarbazların duyduğu garip bağımlılığın esiriydin, kazanan sen olacaktın! Hep kazanacaklarını düşünürler nedense, ama öyle düşünmeseler de tutkuyla bağlı olmazlar ki oyunlarına… Tutku olmadan da oyun oynamanın hiçbir anlamı kalmaz. Yaşamımızda bizi mutlu ve mutsuz eden çoğu şey bu ironiyi içinde taşır. Bazen en doğru hesapları da yapsanız, tutkunuzu doruklara da taşısanız dışsal bir nedenden ötürü de kaybedebilirsiniz. Çünkü baştan yalnızlığı kabul etmediniz, toplumsalsınız ve takım arkadaşınız/arkadaşlarınız bu oyuna sizin kadar tutkuyla sarılmamış olabilir ve siz bunu hesaba katmamış olabilirsiniz.
Risk almazsak, ne mutlu oluruz, ne de mutsuz… İkisinin ortası diye bir şey kabul etmiyorum. Bir oyunda ya kaybeder ya da kazanırsınız…
                Tat tuz biberlensin ister, bir tılsımbaz gelsin de içimizi okusun isteriz, o dakka alnından öperekten onu, hadi al da beni başka biriymişim gibi hissedebileceğim bir yerlere ışınla demek ? Ah ne güzel olurdu… Bazen duvarda asılı duran manzara resmine dalıp gidiyorum. İçinde bir yerlere yerleşiyorum. Orada olmak istediğim kişiyim. Daha uzun, daha zayıf, daha güzel, daha daha… Tamam burası komik oldu ama böyle işte, madem hayal kuruyorum, kendimi de istediğim hale getirebilirim. Hep niye daha daha diye debelenip dururuz onu da bilmem. Oysa ben aslında biraz da bende olmayan şeylerden oluşuyorum.
                Kahvem de bitti, yazım da bu kadar…

23 Aralık 2012 Pazar

casus belli



Casus belli[i]
Fi tarihinde, şu veya bu zamanda, dünde veya yarında bir savaşçıyım, ama şimdi değil. Bir amaç uğruna yaşamak nedir bilir misiniz? Bir görev, bir mesele, bir oyununuz olur. Suje işe böyle bakar. Suje oyununa, meselesine içkindir, bu yüzden seyirci gibi değildir. Suje mi seyirci mi hakikati olduğu gibi algılar onu bilemiyorum. Bu oyunun sujesi olarak ben, bir ademoğlu olarak matematik mantıktan uzakta bir yerlerdeyim şimdi..
Yine de bilmiyorum bu hakikate akıl erer mi, akıl ne zamana kadar ve hangi koşullarda yanımdadır? Biliyorum ki aklımda olan her zaman gönlümdedir, fakat gönlümde olan her zaman aklımda olmuyor.
Ya seyirci?
Seyirci bir balçık havuzunda dibe batmamak için çırpınan birini görüyor olabilir. Seyirci ışıklı yollarda aheste aheste yürüdüğümü de görebilir. Hayır, benim gerçeğimde ben kıyasıya bir savaş içindeyim ve bu savaştan başka  dünyada ilgimi çeken hiçbirşey yok. Benim gerçeğimde balçık havuzu da ışıklı yol da yok.
Seyircinin görüşü hakikati değiştirir mi?
Hakikatinizde başkalarına ne kadar yaslandığınız bunu belirler. Amazon ormanlarının metrelerce uzunluğundaki ulu ağaçları gibi yücelttiğiniz dışsalllıklar, o ve onlar olmadan yaşayamayacağınız şeyler… Bu ağaç gün gelip siz olmadan da yaşayabilir hale gelirse? Ya siz, “siz olmadan” yaşamaya başlarsanız? Özgürlüğünüzü kendi ellerinizle teslim ettiğiniz bu dışsallıklar, gün geliyor içinizdeki savaşçıyı öldürüyor. Unutuyorsunuz ne uğruna savaştığınızı, unutuyorsunuz bir hakikatin içinde olduğunuzu, gündelik hallere kendinizi kaptırmış giderken…


[i] Latince. Savaş sebebi anlamına gelir.

21 Aralık 2012 Cuma

ESKİ KAR



Geriye dönüşlerim var.. 
Çocukluğum, kırmızı kabanım, babanemin ördüğü yumuşak atkım, otuz numara ayakkabılarım, tombul yanaklarım ve ben, ayağım her batıp çıkışında “gırç”layan kar yığınlarının ortasında yürüyorum. Bizim buralarda kömür sobası yaygın, bu yüzden havada kesif bir is kokusu var. Aklımda yine her zamanki gibi çoğul düşünceler yığını var, fakat bu düşünceler şimdiki gibi paslı kirli değil, o derece berrak ki her birini pencereden bana baksan görürsün, o derece… Diyorum ki bayram olcak üç gün sonra, bugün Perşembe olduğu için annem pazardan kestane almıştır, ne güzel… Merdivenlerden yukarı çıkarken kendimi nedense büyük gibi hissedip Sevgi Teyze’ye “yakşamlar” diyorum. Düşünüyorum sonra, ne demek bu “yakşamlar” acaba? Şimdi eve gidip zile basıyorum, şaka yapmak için deliğe elimi koyuyorum beni görmesinler diye…
-“Kim oo?”,
-“Beaaniim!”
Annem o zamanlar o kadar kocaman ki, sarılınca gömülüyorum anne anne kokuyor, ohh mis! Televizyonda acayip acayip gençlik dizileri var, kızlar oğlanlar serbest kıyafetle okula gidiyorlar, çalgı çalıp şarkı söylüyorlar, aşık oluyorlar filan, ben gizlice onları izliyorum…
-“Anneee babam işten gelmedi miii?”
-“Şimdi gelir koş aç kapıyı.”
Açtım kapıyı, gelmedi babam. Bekledim bekledim kapıda, annem üşürsün kapat dedi kapattım. İçeri girdim televizyon izlemeye başladım, unuttum babamın gelmediğini, sonra birden aklıma geldi. Balkona çıktım, yola doğru baktım bembeyaz her yer, babam yok… Korktum ağlamaya başladım. Yine aklımda binlerce şey… Ya babam öldüyse onun için gelmiyorsa, ya babama bir şey olduysa? Annemin bir şey olmamış gibi evde dolanıp durmasına resmen sinir oluyorum.
 -“Anne babam niye gelmedi?”
-“Gelir şimdi, işi çıkmıştır.”
Sonra babam geldi, dünyalar benim oldu! O kadar mutluydum ki o an… Birkaç saat içinde merak, heyecan, korku, sevinç… Hepsini en yoğun şekilde yaşadığım o günleri anımsıyorum, çocukluğumun saçlarını okşuyorum penceremden yağan kara bakarken… Keşke yine herşey öyle olsa… Koşulların daha zor, ama yaşamanın daha kolay olduğu günlerdi o günler, yaşamak gibi yaşamaktı… Çok küçüktüm, komik kuruntularla babamı özleyip ağlayacak kadar da saftım ama hatırlıyorum bunu, yaşar gibi yaşadığımızı… 

17 Aralık 2012 Pazartesi

GZDZR: MUTSUZLUK ODASI

GZDZR: MUTSUZLUK ODASI: MUTSUZLUK ODASI Hiçbirşey yapmak istemiyorum ve hiçbirşey olmak istemiyorum dedim kendime… Hiçbirşeyliğin verdiği zevki merak ediyordum,...

MUTSUZLUK ODASI


MUTSUZLUK ODASI
Hiçbirşey yapmak istemiyorum ve hiçbirşey olmak istemiyorum dedim kendime… Hiçbirşeyliğin verdiği zevki merak ediyordum, dolce far niente.. Havada asılı durmak nasıl bir şey?
Yaşamımın mutsuzluk odasındayım. Yumuşak bir geçişle girdiğim o kapıdan çıkamıyorum. Bu bana acı veriyor. Aslında acı veren şey o kapıdan çıkamamak değil de çıkmamak belki.
“Çok fazla şey biliyor. Artık yaşamasına izin veremeyiz.”
Duydum ben bunu!
Olanca hızımla oradan uzaklaştım. Yolda giderken eski sevgilimin beni ilk kez öptüğü cafe nin önünden geçtim, burnuma o gün içtiğimiz sahlebin kokusu geldi. Düşünürken kelimeleri kullanırız ya, kafamın içinde bir yerlerde onun hakkında “eski sevgilim” demek ürpertti beni. Sanki canımın İstanbul köşesinden çıkarıp uzak Acem diyarlarına itilmiş bir yabancıdan bahsediyor gibiyim dedim. Böyle anlarda insanlığımdan korkuyorum, hemen ağlayıverecek gibi olup, “amaan canım sen de” diyebilmek…
Bazen böyle oluyoruz demek, aşk da arkadaşlık da işte her neyse metalaşıyor. Düşünüyorum yine… Bu metalaştırmayı korkumuzdan yapıyoruz. Alınır, satılır, atılır, ikame edilebilir bir şey olursa korkmaz kaçmayız birini sevmekten. Hani diyoruz ya “çivi çiviyi söker”, söker evet… Ama istersek… Ekmek yoksa pasta yiyemem dersen o başka.. İşte o zaman mutsuz oluyorsun. O sahlep kokusu senin o gün içtiğin sahlebin kokusu değil, en önemlisi sen o zamanlarki sen değilsin. İzafiyet teorisi var yahu, zamanın içinde bir yerlerde sen olmayan bir sen vardı oralarda gezindi, bitti gitti işte..
Ordan geçerken ışık hızıyla aklımdan geçen bu avunmalar, verdiği rahatlığı yine ışık hızıyla söküp aldı benden… Bütün fiziksel metabolizmamı etkileyecek ölçüde duygusal dalgalanmalar yaşadım, midem bulandı. Yüzümdeki ekşi ifadeyle yürümeye devam ettim. Önümde giden çocuk parasını düşürdü, alıp vermeye gücüm yoktu, umrumda değildi, ben zaten mutsuzum ve kimsenin de umrunda değil dedim.
Birden bir boşluk hissine kapıldım ve aşağıda buldum kendimi. Bir an için ayağım kayar gibi oldu, tüy gibi bir hafiflik. Sakın intihar ettim kendimi attım filan sanmayın. Ne olduğunu ben de bilmiyorum.
“Bizi duyabiliyor.” Sonra bunu duydum…




AnKARA üNİVERSİTESİ

LATİN aMERİKA ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI
Bir Tarih Yazılıyor:
TORDESILLAS ANTLAŞMASI



Gözde Özer


(Bu araştırma, “Latin Amerika’nın Bağımsızlık Süreci” dersi kapsamında Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu’ya sunulmuştur.)



Güz 2011/Ankara




[Makale, Latin Amerika adıyla anılan bölgenin Avrupalı iki güç olan İspanya ve Portekiz arasında bölüşümüne neden olan antlaşmayı tüm dinamikleri ile sunmaktadır.]




Bir Tarih Yazılıyor:
TORDESILLAS ANTLAŞMASI
   Gözde Özer[*]


GİRİŞ

Bu çalışma, “Tordesillas Antlaşması” merkezinde cereyan eden olgu ve olayları konu edinmiştir. Antlaşmaya giden süreci, antlaşmanın tarafları olarak İber Yarımadası’nda hüküm süren siyasi ve dini iktidar sahiplerini, antlaşmanın içinde yer alan çok boyutlu dinamikleri incelemeyi amaçlamıştır. Amerika’nın keşfinden sonra kıtanın iki büyük sömürgeci güç olan İspanya ve Portekiz arasında nasıl paylaşıldığını anlatan, dönemin özellliklerini içselleyen Tordesillas Antlaşması, Latin Amerika tarihinin başlangıcı kabul edilebilir.

Antlaşma XV. yüzyılın sonlarında gerçekleşmiştir. Bu yüzyıl dünya tarihinde çok önemli gelişmelerin yaşandığı, dönüşümlerin yer aldığı bir tarihsel dönemi kapsar. Antlaşmanın içinde yer aldığı sürece de bu bakımdan değinmekte fayda görülmüştür. Ardından antlaşmanın “sömürgecilik” kavramı çerçevesinde bir değerlendirmesi verilmiştir. Bu çerçeve, “Keşifler Çağı ve Portekiz”, “İspanya’da Siyasi Birlik”,”Papa VI. Alexander Borgia”,”Anlaşma Süreci”, “Klasik Sömürgecilik Döneminin Başlangıcı: Tordesillas Antlaşması”,”Antlaşmadan Sonra” başlıkları ile tamamlanmıştır.  

KEŞİFLER ÇAĞI VE PORTEKİZ
        
Portekiz’in adının Keşifler Çağı ile birlikte anılmasının nedeni denizcilikte çok ileriye gitmiş olmalarıdır. Diğer aktör olan İspanya, bu konuda daha geride durmaktadır. Portekiz, Endülüs Müslümanlarına karşı gerçekleştirdiği reconquistasını (yeniden fetih) XIV. yüzyılın ortalarında tamamlamıştır. Dolayısıyla Portekiz, coğrafi keşiflere İspanya’dan önce başlamıştır.[1]
        
Denizcilikteki muazzam ilerleme ve okyanusları aşmak imkanı, XIV. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Pusula, XIII. yüzyıldan itibaren Akdeniz’de yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bunun dışında, 1270’te bir haçlı seferi sırasında bir gemide ilk kez harita kullanılmıştır. Sonraki iki yüzyıl boyunca modern coğrafya teknikleri ve kaşifler karşımıza çıkmıştır. Bu işten kazanç uman prensler kendi hidrografyacılarını ve haritacılarını finanse etmektedirler. Önde gelenlerinden biri de Portekiz Prensi, Denizci Henrique’dir. Kendisi keşif ve denizcilik faaliyetlerine bizzat katılmamış olmasına karşın bu faaliyetlerin destekçisi olduğundan “denizci/gemici” unvanlarıyla anılmıştır. Prens bu işlere oldukça meraklı ve ilgili olmasına rağmen sonuçta bir Ortaçağ insanıdır. Mutlak surette papalığın onayı olmadan seferlere başlamamak gerektiğini düşünmekte, Hristiyanlığı yaymak saiki ile hareket etmektedir. Keşifler çağının başlaması, hükümetin bu işe para ayırmasının yanında şövalyelik ve haçlı seferleri dünyası ile ilişkilidir.
        
Peki Portekiz’in doğuya odaklanışı nasıl gelişmiştir?

Portekiz keşifleri, İspanya’ya göre daha sistematik ve dikkatlice planlanmıştır. Ancak İspanya merkezî idarede ve bürokraside Portekiz’i geride bırakarak Yeni Dünya’da varlık göstermede daha öne geçmiştir. Kastilya’nın reconquistasını tamamlamak için 1492’de Granada’dan Müslümanları çıkarmak durumunda kalması gerekecektir. Portekiz yeniden fethini tamamladığı için artık Kuzey Afrika’daki Müslümanlara saldırabilecektir. 1415 Ceuta Kuşatması bu stratejinin başlangıcıdır.[2]
   
1445’te Portekizliler Senegal’e ulaşmış, Afrika’daki ilk kalelerini burada kurmuşlardır. Prens Henrique 1460’ta ölmesine rağmen artık adamları daha güneye inmeye hazırdır. 1473’te Ekvatoru geçip 1487’de Ümit Burnu’nu aşmışlardır. Hint Okyanusu’nda Araplar uzun zamandır ticaret yaptığı için burada kılavuz bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Bu okyanusun ötelerinde çok daha zengin baharat kaynaklarının olduğu bilnmektedir. Vasco de Gama 1498’de doğu Afrika kıyılarında Ummanlı bir kılavuz tutup Asya’ya doğru yola koyulmuştur. Mayıs’ta Hindistan’ın batı kıyısındaki Kozikod’a ulaşmıştır. Böylece Avrupa’yla Asya arasında ilk kez doğrudan deniz ulaşımı gerçekleştirilmiştir.[3] Portekiz açısından durum böyledir. Portekizlileri batıya doğru gitmekten alıkoyan şey, aynı anda hem batı hem de doğu yollarına yatırım yapmanın ticari anlamda getireceği yüktür. Doğu yolları Portekiz tarafından bu şekilde ele geçirilirken İspanya da batı seferlerini destekleyecektir.[4]

İSPANYA’DA SİYASİ BİRLİK

1469’da Kastilya tahtının varislerinden Prenses Isabel, hem ülkesinin hem de kendi geleceğinin selameti açısından bir karar vermek durumundadır. Geleceğin güçlü prenslerinden biriyle evlenmenin kendisini güçlü kılacağını düşünür. İki ideal aday vardır: Portekiz Prensi ya da Aragon Prensi. Isabel hayatında hiç görmemiş olsa bile mantıklı davranmayı seçerek Aragon Prensi Fernando ile evlenir. Ağabeyi Kral IV. Enrique’nin ve yeğeni Prenses Juana’nın yandaşları bu evliliği asla desteklemez, ancak Isabel kararından dönmez. 1474’te ağabeyi ölünce kendini kraliçe ilan eder. Yeğeni Prenses Juana’nın başını çektiği muhalifler Kraliçe Isabel’le 5 yıl sürecek bir mücadeleye girerler. Bu iç savaş ortamı 1479 itibariyle son bulur. Kraliçe Isabel ülkede istikrarı sağlar, tüm ayaklanmaları bastırır. Aynı yıl, çok önemli bir olay daha yaşanır ve Kraliçe’nin kocası Fernando, babasının ölümünden sonra Aragon Kralı olur.

Kastilya Kraliçesi ve Aragon Kralı’nın evliliği, iki ülkenin aynı elden yönetilmesi sonucunu doğurmuştur.  Bu iki krallık arasında ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından Kastilya öne çıkmaktadır. Kastilya o yüzyılda İber yarımadasının en zengin ve dinamik ülkesidir. Daha önceleri önemli bir zenginlik merkezi olan Katalanya hayli güç kaybetmiştir, Katalanya’nın başkenti Barcelona ise iç savaşlar nedeniyle tükenmenin eşiğine gelmiş durumdadır. Katalanya zayıflarken Kastilya önemli bir ekonomik büyüme yakalamıştır. Hayvancılık ülke ekonomisi içinde son derece önemli bir yer tutmaktadır. Hayvancılıktan elde edilen yün, tüm Avrupa ülkelerine ihraç edilmektedir. Kastilya ekonomik üstünlüğüne bağlı olarak Aragon üzerinde siyasal bir nüfuz da kurmuştur.

Bu mantık evliliği, beraberinde büyük bir güç getirmiş ve aristokrasiyle savaşıp kazanmayı bilmiştir. Aristokratlar merkezîleşmeye, bürokrasiye boyun eğmiştir. Isabel ve Fernando din adamlarını da kendileri belirlemektedir, ruhban sınıfı da bu iktidarı kabullenmiştir. Aynı şekilde güvenlik de merkezden sağlanmaktadır. “Santa Hermandad” (kutsal kardeşlik) adlı polis örgütü, kırsal kesimde merkez adına güvenliği tesis etmektedir. Otorite kurulmuştur, artık reconquista tamamlanabilecektir. Güneye doğru fetihlere girişmişlerdir.

Endülüslerin İspanya’daki son yurtları Granada Emirliği’dir. Kastilya’nın yönetimindeki Granada, Kraliçe’ye vergi ödemekle yükümlüdür. Ancak, Hristiyanlar vergiyle yetinmek niyetinde değildirler. İspanya’daki Müslümanlardan tamamen kurtulmak istemektedirler. Granada’nın şanssızlığı kuzey komşuları Kastilya ve Aragon’un sürekli ve sağlam bir ittifaktan güç almalarıdır. Evlilikle kurulan bu ittifakı ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir. Katolik Krallar 11 yıllık savaşın sonunda (1481-1492), Granada’yı geri almışlardır (2 Ocak 1492). Yalnızca İspanyollar değil, bütün Hristiyanlar bunu sevinçle karşılar. 1453’ten sonra ilk kez Müslümanları alt etmişlerdir.

Granada’nın fethiyle birlikte İspanyol siyasi birliği oluşmaya başlayacaktır. Siyasal birliğe giden yollar ise Engizisyon mahkemelerinin yeniden açılması, Müslümanlara karşı önemli bir zaferin kazanılması ve Musevilerin İber Yarımadası’ndan atılması aracılığıyla dinsel anlamda tekil bir yapının kurulmasından güç almaktadır. Dinsel anlamda tekil yapıyı kurmak, İspanya açısından çok önemliydi. Hristiyan olmayanlara karşı hoşgörüsüzlük içindeydiler. 1391 tarihli Musevi Katliamı bu hoşgörüsüzlüğün kanıtlarından biridir. Sonucunda bu insanlar Hristiyanlığı seçmeye zorlanmış, seçtikten sonra da “sonradan dönenler” anlamına gelen “conversos” olarak tanımlanmışlardır. Conversolara güvenleri yoktur ve 1480’den itibaren onlara engizisyon süreci başlatılmıştır. Engizisyon mahkemeleri Ortaçağın karanlık yüzünü yansıtmaktadır, korkutucudur. 

İspanya Musevileri 31 Mart 1492 tarihli bir kararla ülke dışına atılmışlardır. Bu kararı alanların kendilerine göre bazı nedenleri vardı. Museviler İspanya’da yaşamadıkları sürece, Hristiyanlığı seçen conversolar, Hristiyan topluluk içinde kolayca asimile edilebilirler diye düşünmüşlerdir. Museviler bu tarihten itibaren çok zor bir seçimle karşı karşıya bırakılmışlardır. 4 ay içinde ya Hristiyanlığı seçeceklerdir ya da ülkeyi terk edeceklerdir. Din değiştirmeyi kabul etmeyen ve başka bir ülkede yaşamayı yeğleyen Musevilerin sayısının 50 bin ila 150 bin olduğu sanılmaktadır. Bu toplulukların bir kısmı Fransa’nın güneybatısına, Kuzey Afrika ve Portekiz’e,  Amsterdam’a ve İtalyan şehirlerine kabul edilmişlerdir. Ancak Musevi cemaatinin en yoğun biçimde göç ettiği yer Osmanlı topraklarıdır. Sefarad Musevileri olarak bilinen bu topluluklar, gittikleri ülkelerde Musevi İspanyol kültürünü ve dilini yaşatmaya devam etmişlerdir.[5]

1492’de Granada ele geçirilip Museviler ülke dışına sürülmüştür. Reconquista (yeniden fetih) tamamlanmış, dini anlamda tekil yapı oluşturulmuş, haçlı zihniyeti pekişmiştir.

1486’ya dönersek, Ceneviz kökenli Kristof Kolomb adlı bir denizci, Kastilya Kraliçesi Isabel’i hayaline inandırmıştır.[6] 1453’te İstanbul’un Müslüman Türkler tarafından fethi sonucunda doğunun zenginliklerine ulaşmak daha masraflı bir hal almıştır. Kolomb’un hayali, durmadan batıya ilerleyerek doğunun zenginliklerine farklı bir yoldan ulaşmaktır, ne de olsa dünya yuvarlaktır. Bu boş bir hayal değildir, Bahama’ya ilk ayak bastığında yanında Marco Polo Seyahatnamesi vardır,[7] ayrıca Batlamyus’tan edindiği bilgilere de güvenmektedir. 1483’ten başlayarak Portekiz Kralı’na sunduğu tüm öneriler reddedilmiştir. Ayrıca o dönemde Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında bir siyasi kriz de vardır. Mısır Sultanı, Arap Krallıklarına yönelik harekâtın haberini alınca, İspanya’yı, Kudüs’teki Hristiyan varlığını ortadan kaldırmakla tehdit etmiştir. İki dinin tarafları arasındaki bu gerginlik Kolomb tarafından kullanılmıştır.[8] Kraliçe Isabel’e gideceği yerleri Hristiyanlaştırma vaadinde bulunması, doğunun zenginliklerine erişme amacının yanında ikinci bir amaç olarak  keşif seferlerine destek bulmasında etkili olmuştur. Isabel’in bu tarihi kararı, hem Avrupa hem Amerika, ve hatta dünya tarihi açısından bir dönüm noktası olacaktır.  Kolomb girişiminde muvaffak olacak, 12 Ekim 1492, tarihe “Amerika’nın Keşfi” olarak işlenecektir.

Papa hristiyanlığa yaptıkları katkıdan dolayı Kraliçe Isabel ile Kral Fernando’ya 1494 itibariyle ‘Katolik Krallar’ unvanını vermiştir. Onların çocukları, yaptıkları evliliklerle yalnızca İspanya değil, tüm Avrupa tarihinde önemli roller oynayacaklardır. Çiftin oğlu Juan, Habsbourg ailesinden bir prensesle evlenir, ancak vakitsiz bir çağda ölünce (1497) meydanı kız kardeşi Juana’ya bırakmıştır. Diğer kız evlat Catalina’dır. O da İngiltere tahtının varisi Arthur ile evlenecektir. Hem babasının hem de annesinin tahtının varisi olan Juana, Habsbourg ailesinden Güzel Philipp ile evlenir. Kocasına karşı derin hisler besleyen, zaman zaman kıskançlık krizleriyle boğuşan Juana, krallığın geleceğiyle ilgilenme gereği duymamaktadır. Kraliçe Isabel, kızının krallığı yönetecek kapasiteye sahip olmadığını anlamış ve kendi ölümü durumunda Kastilya tahtının da, Aragon Kralı Fernando tarafından doldurulmasını istemiştir. Ancak onun arzusu yerine gelmemiş ve Fernando, karısının 1504’teki ölümünden sonra yalnızca Aragon Kralı olarak hüküm sürmeye devam etmiştir. Kastilya’da, Prenses Juana’nın ilgisizliğine koşut olarak, kocası Philipp’in hükmü geçmektedir. Katolik Krallar, iki krallığı mükemmel bir uyum içinde yönetmişlerdir (1479-1505), ancak Isabel’in ölümünden sonra krallıkların kaderi yeniden ayrılmıştır.
Fernando, 1506’da Fransa Kralı’nın yeğeni ile evlenmiştir, ancak ondan doğan çocuk birkaç gün yaşadıktan sonra ölmüştür. Kastilya’da hüküm süren Philipp de aynı yıl ölünce Toledo Başpiskoposu Kardinal Cisneros, Fernando’yu Kastilya Krallığı’nın başına çağırmıştır. Kral kızının adına ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Ülke resmi anlamda Kraliçe Juana tarafından, ancak fiili olarak babası Fernando’nun eliyle yönetilmektedir. Fernando, 1516 yılında hayatını kaybetmiştir. Bu durumda onun varisi, torunu Karl (Şarlken) olacaktır. Kraliyet kurallarına göre Şarlken, Aragon’u kral, Kastilya’yı da naip sıfatıyla yönetecektir. Ancak Şarlken’in danışmanları buna kulak asmamışlardır, onu Kastilya ve Aragon Kralı ilan etmişlerdir.

Isabel ve Fernando, Katolik Krallar olarak güçlü bir merkezî otorite kurmuş, bürokratik makamları orta sınıf kökenli kişilerin ellerine vererek aristokrasinin gücünü kırmışlardır.


PAPA VI. ALEXANDER BORGİA


Dönemleri birbirinden kesin çizgilerle ayırıp bir noktadan bir noktaya uzanan bir hat olarak düşünemiyoruz. Rönesansın aydınlık yüzünü, yeniden doğuşu görürken Ortaçağa özgü karanlık görüngüler de tam olarak silinmiş değildir. XIV. yüzyılda İtalya’da başlamıştır Rönesans, XVII. yüzyıl ortalarına kadar da devam etmiştir. Avrupa sanatı ve bilimi önemli ölçüde gelişmiştir. Ancak bunun yanında skolastik düşünce yapısı, din adına işlenen cinayetler, engizisyon zulmü, keşfedilen toprakların talan edilmesi gibi gerçekler de bu dönemin gerçekleridir.

            Borgia ailesi bu döneme özgü ilgi çekici bir örnektir.[9] Alfonso de Borgia, III. Calixtus adıyla 1455’te papa olur. Yeğeni Rodrigo Borgia’yı evlat edinir ve Roma’ya yanına alır. Rodrigo Borgia da 1456’da henüz 25 yaşındayken kardinal olur. 11 Ağustos 1492’de şaibeli biçimde, Isabel ve Fernando’nun da desteğini alarak papa seçilen Rodrigo Borgia, VI. Alexander adını alır.

Din adamlığı hakkında, özel hayatı hakkında birçok suçlama ortaya çıkmıştır. Seçilmesinden iki yıl sonra 1494'te, gelecekte II. Julius adıyla papa olacak Della Ravere'nin başını çektiği bir grup yüksek kilise görevlisi onu simonia (kilise görevlerini satmak) ve yolsuzlukla suçlayarak indirmeye kalkmıştır. Bu hareket bastırılmış ve Papa, lükse karşı, fakirlikten yana keşiş Savonarola'nın etkili ayaklanmasına rağmen ailesini, yakınlarını kayırmayı, yolsuzlukları ve siyasi cinayetleri sürdürmüştür. 1492’de Kolomb’un Yeni Dünya’yı keşfetmesinden sonra, 1493’te Papa VI. Alexander dünyayı (Cabo Verde) Yeşil Burun adalarının 100 fersah batısından geçen bir hatla ikiye bölmüştür. Bu hattın doğusunda kalan tüm yeni keşfedilen ve keşfedilecek toprakları Portekiz'e, batısında kalanları da İspanya'ya bırakmıştır. 1494'te Katolik Krallar ile Portekiz Kralı II. Joao, Tordesillas Antlaşması ile (daha sonra belirtileceği üzere sınırlar üzerinde bir değişiklikle) bu kararı onaylamıştır. [10]

Din, birçok defa tekrarlandığı üzere, siyaset ile alışveriş halindedir. Siyasi yapı ve emeller, dini meşruiyet zemini olarak kullanmıştır. Dolayısıyla ruhani gücü simgeleyen Papa VI. Alexander’ın ve Katolik Krallar unvanını vererek dinî karakter atfettiği Isabel ve Fernando’nun bu alışveriş içinde olduğunu söylemek sanırım pek de yanlış olmaz. Aragon’da Valencia’da doğmuş, rüşvetin yanı sıra Fernando ve Isabella’nın müdahaleleriyle papalığa seçilebilmiştir. Anlaşılan o ki, papa ve siyasi iktidar arasındaki bu karşılıklı çıkar ilişkisi antlaşmaya da yansıyacaktır.

 Nitekim kendisinden ahlaksız diye söz edilmesi, simonia (kilise görevlerini satmak) suçundan dolayı kendisine karşı ayaklanmaların olması siyasi otoritede müdahale etme dürtüsünü tetikleyememiştir. Tüm bu dinamikler, Kolomb’un girişiminde, daha sonra da Tordesillas Antlaşması ile keşfedilen toprakların bölüşümü ve sömürgeleşmesinde son derece etkili olmuştur. 




ANLAŞMA SÜRECİ

Denizyollarının keşfedilmesi çağında iki güç İspanya ve Portekizdir. Amerika’nın keşfi açısından bakıldığında İspanya her ne kadar 1-0 önde olsa da, bu iki güç uyumlu davranmayı, anlaşma yollarını tercih etmeyi elden bırakmamıştır. Çünkü her ikisi de kilisenin gücünü tanımakta ve itaat etmektedirler. Papanın otoritesine saygıları vardır. Bu durum çağın tipik özelliğidir.

Avrupa suları dışındaki bölgelerde ticaret konusunda ilk antlaşma Portekiz ve İspanya arasında 1479’da yapılmıştır.[11] Bundan kısa bir süre sonra nüfuz alanları kısıtlanmıştır. Papa geçici bir hakem kararıyla Cabo Verde adalarının 100 fersah batısından geçen çizgiyle dünyayı iki ülke arasında paylaştırmıştır. Bu karar 1494 tarihli Tordesillas antlaşması ile geçerliliğini kaybedecek, yeniden düzenlenecektir.  

Avrupa’daki Hristiyan toplumu, bir Hristiyan yönetici tarafından daha önce hak iddia edilmemiş herhangi bir toprak üzerinde geçici bir egemenlik kurma hakkını papalara uzun yıllar önce tanımıştır. XIII. yüzyılda kilise kararları, papanın İsa’nın piskoposu olduğunu ve yalnızca Hristiyanlar üzerinde değil, diğer tüm dinsizler üzerinde de otoritesi bulunduğunu, çünkü mümin ve münafıkların hepsinin de yaradılış yoluyla İsa’nın koyunları olduğunu ilan etmiştir.

1493 yılı nisan ortalarında; yani Kolomb’un yolculuktan dönmesinden sonraki ilk ayın içinde, Kolomb’un bu keşfine ilişkin mektup Roma’ya ulaşmıştır. Bazı bölümleri 3 Mayıs 1493’te VI. Alexandre tarafından yayımlanan ve yeni topraklar konusunu ele alan papalık bildirgesine eklenmiştir. Machiavelli, VI. Alexandre’ı o güne kadar para ve güç ile hüküm sürebilen tek papa olarak belgelemiştir.

                           
                            Şekil 2. http://geography.about.com/library/weekly/aa112999a.htm

Papa, yayımladığı dört kilise bildirisi ile yeni keşfedilmiş Hint Adaları’ndaki bu yeni toprakları İspanya’ya vermiştir.[12]

Tordesillas Antlaşması (7 Haziran 1494), XV. yüzyılda bulunan topraklar üzerindeki anlaşmazlıklara çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Papa VI. Alexandre 1493’te Cabo Verde Adaları’nın 100 fersah batısından geçen hattı İspanyol ve Portekiz nüfuz bölgeleri arasında sınır olarak belirlemiş, fermanlar yayınlamıştır. Buna göre hattın batısında kalan bölge İspanya’nın denetimine bırakılmış, Portekiz’e ise hattın doğusunda keşif seferleri düzenleme hakkı tanınmıştır.[13] Bu hattın bizzat Kolomb tarafından çizildiği söylenebilir. Bunun mantığı pek de bilimsel olmayan bir görüşle savunulmuştur. Kolomb, 100 fersah noktasının hemen ötesinde iklimin değiştiğini, ısının daha ılımlı olduğunu ve yaz kış hiç değişmediğini öne sürmüştür. Kanarya Adaları’na kadar ve bu 100 fersahın ötesinde ya da Azor bölgesinde ise çok sayıda bit bulunduğunu, ancak bu noktadan sonra bunların ölmeye başladığını, bu şekilde, ilk adalardan sonra (Hint Adaları) bit gören hiçbir insanın olmadığı belirtilmiştir.[14]

Ayrıca her iki ülkenin de hristiyan hükümdarların elinde bulunan toprakları işgal etmesi yasaklanmıştır. Yani bu bölüşüm, “hristiyan olmayan” dünyanın bölüşümüdür. İspanya ve Portekiz dışındaki hiçbir Avrupa Devleti bu fermanları kabul etmeye yanaşmamıştır. Bu arada Katolik Krallar Isabel ve Fernando, Portekiz ve öteki olası rakiplere karşı daha önce belirttiğimiz üzere  papalığın desteğini elde etmişlerdir.  Üstün donanma avantajına sahip olan Portekiz Kralı II. Joao ise Portekiz’e tanınan hakları yeterli bulmadığı ve Portekizli gemicilere Afrika’ya uzanan yollarda yeterli alan bırakılmadığı için hoşnut değildir, Fernando ve Isabel ile görüşmeler yapmıştır. Sonunda İspanya’nın kuzeybatısındaki Tordesillas’ta bir araya gelen İspanyol ve Portekiz elçileri, papalığın belirlediği paylaşımı bir değişiklikle onaylamışlardır. Bu değişikliğe göre; paylaşım bölgelerini birbirinden ayıran hattın, Cabo Verde Adalarının 370 fersah batısına (48-49 batı boylamı) kaydırılmasına karar verilmiştir. Papa II. Julius 1506’da bu değişikliği onaylamıştır.[15]

                                        
                                         Şekil 3. http://www.tordesillas.net/webs/inicio.php

Kutuptan kutba çizilen bu hat, tesadüfi olarak çizilmiştir denilebilir. Zira bugün Brezilya adıyla bildiğimiz Güney Amerika’nın doğusunda kalan toprakların varlığı dahi o günlerde bilinmemektedir. Ancak sonradan Brezilya, 1500 yılında Portekizli denizci Pedro Alvarez de Cabral (1467-1520) tarafından keşfedilince, antlaşmaya dayanarak Portekiz burada hak iddia etmiştir.[16] Bu anlaşmanın bir maddesine göre, Brezilya’da Portekiz dilinin egemen olacağı bir Portekiz sömürgesi ile Güney Amerika’nın diğer bölgelerinde İspanyol halkı ile İspanyolcanın egemen olması söz konusu olmuştur. Bir deniz imparatorluğu kurma yolunda birbiriyle rekabet eden bu iki gücün anlaşması papanın egemenliğini tanımalarına bağlıdır. Protestan Reformundan sonra artık bu gibi barışçı anlaşmalar çok zor hatta olanaksız hale gelmiştir. İngiltere, Hollanda ve diğerleri gibi herkesin katıldığı serbest rekabet ortamında, yapılacak keşiflerin de kapsamını ordu ve donanmanın gücü belirleyecektir.


KLASİK SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNİN BAŞLANGICI: TORDESILLAS ANTLAŞMASI
Tordesillas Antlaşması gerçekten de sömürgeciliğin başlangıcı olarak tanımlanabilecek bir antlaşmadır. Bu antlaşmaya dayanarak sömürge faaliyetlerine vakit kaybetmeden başlanmış, conquistadorlar (fatihler) karşılarında hiçbir gücü tanımadan “İsa’nın koyunları” olarak tanımladıkları Hristiyan olmayan halk ve toplulukları Hristiyanlaştırmak amacıyla (!) büyük bir talan ve kıyıma girişmişlerdir. Toprakları istila edilen yerliler ve sömürgeci güçler arasında kurulan eşitsiz ilişki, sömürgeciliğin genel resmini ortaya koymaktadır.
            Sömürgeciler hakimiyet kurdukları coğrafyada kendi menfaatleri doğrultusunda oradaki ekonomik, siyasi faaliyetleri ve ortamı şekillendirir, kendi faydalarına yeniden düzenleme yoluna giderler. Tordesillas Antlaşması bu bakımdan bir başlangıç olma özelliği göstermektedir. Dünya ikiye bölünmüştür ve güçlü olanlara sunulmuştur. Bu faaliyete dini bir karakter atfedilmiş, İslamiyetteki cihad (din uğruna yapılan savaş) anlayışına benzer biçimde “Hristiyanlaştırmaya gitmek” bir meşruiyet zemini olarak kendine yer bulmuştur. Sömürülen halklar barbar olarak görülmüştür, hatta insan bile olmadıkları öne sürülmüştür.[17] Yerlilere yük hayvanı kadar bile değer vermemişlerdir. İkinci bir meşruiyet zemini olarak da onlara “uygarlık götürmek” şeklinde ifade edilebilir.
Yeni dünyadaki bu ilk sömürgecilik hareketleri, Avrupa kapitalizminin beslenmesi için bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Avrupalı sömürgeciler Yeni Dünyaya ulaşırken doğunun zenginliklerine farklı bir yol deneyerek gitmeyi ummuşlardır. Geldikleri yer bambaşka bir cennet olmuştur onlar için. Geldiklerinde cennet olarak niteledikleri yerleri kan ve gözyaşına bulayarak cehenneme çevirmişlerdir. İstediklerini almaları önemlidir, amaca giden her yol mübahtır. Rönesans ve reformun dinin siyaset üzerindeki etki ve baskısını engelleyici etkisi, okyanusu aşıp Amerika’daki faaliyetlere ulaşamamıştır. Ortaçağ kafasıyla inşa edilen plan, Tordesillas Antlaşması ile vücut bulmuştur. Yeni Dünya hızla Avrupa’dan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendirilmiştir. Plantasyonlar (köle emeğine dayalı, arazi sahibinin mutlak egemen olduğu, büyük üretim çiftlikleri) kurulmuş, yerliler ve Afrika’dan sürülüp getirilenler bu plantasyonlarda köle olarak çalıştırılmıştır. Altın, gümüş gibi önemli yeraltı kaynakları bölgedeki coğrafyayı değiştirecek, dağları tepeleri tüketecek kadar sömürülüp boşaltılmış, Avrupa’ya taşınmıştır.[18]
XVII. yüzyıla gelindiğinde ekonomik kriz baş göstermiştir. Merkantilizm ön plana çıkmıştır. Altın, gümüş gibi değerli madenlerin bulunduğu bir yer olarak Yeni Dünya toprakları merkantilizmi doyuracak bir kaynak olarak görülmüştür. İlk sermaye birikimi böylece sağlanmış ve kapitalizm bu aşamadan sonra kendini göstermiştir.[19]
İspanya ve Portekiz İmparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve İngiltere’nin ticari faaliyetlere dayanan yayılmacılığı XVII. yüzyılda görülmüştür. Avrupa’da yaşanan kimi ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol açmıştır. Değerli madenlerin Avrupa’ya akması, genellikle lüks madde ithalatına harcanmalarıyla Avrupa’da yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden olmuştur.[20] Bu durum, toprak sahiplerinin ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol açmıştır. Böylece, Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri piyasada başat konuma yükselmiştir.[21]

ANTLAŞMADAN SONRA
 “1494’te imzalanan Tordesillas Antlaşması, Portekizlilere Papa tarafından çizilmiş olan ayrım çizgisinin ötesinde kalan Amerikan topraklarını işgal hakkı tanıyordu. Nitekim 1530’da Martim Alfonso de Sousa bu antlaşmaya dayanarak Brezilya’daki Fransızları sürüp çıkardıktan sonra ilk Portekiz yerleşim merkezlerini kuracaktı. Yine aynı dönemde İspanyollar da korkunç ormanları ve muazzam zorlu çölleri aşarak, keşif ve fetihlerini elle tutulur şekilde ilerletmiş bulunuyorlardı. 1513’te Büyük Okyanus’un ışıltılı suları Vasco Nunez de Balboa’nın gözlerinin önünde serili duruyordu. 1522 sonbaharında, tarihte ilk kez iki okyanusu birbirine bağlamış ve yeryüzünün yuvarlaklığını tam bir tur atarak ispatlamış olan Macellan seferinden arta kalan 18 kişi İspanya’ya dönmekteydi. 3 yıl önce Hernan Cortes’in 10 gemisi Küba’dan ayrılmış ve Meksika’ya doğru yelken açmıştı. 1523’te Pedro de Alvarado Orta Amerika’yı fethe girişiyordu. 1533’te Francisco Pizarro ezici bir zaferden sonra Cuzco’ya girmekte ve böylece Inka İmparatorluğu’nun kalbini ele geçirmekteydi. 1540’ta Pedro de Valdivia, Atacama Çölü’nü aşarak bugünkü Şili’nin başkenti Santiago’yu kuruyordu. Daha kuzeyde ise Chaco’ya dalmıştı fatihler ve Peru’dan dünyanın en büyük ırmağının denize döküldüğü yere kadar uzanan bütün Yeni Dünya topraklarını egemenlikleri altına almış bulunuyorlardı. “[22]
Galeano, antlaşmanın sonucunda meydana gelen gelişmeleri genel olarak bu şekilde özetlemiştir. Gerçekten de Amerika’daki faaliyetler Galeano’nun cümleleri hızlıca sıralayışı gibi ardı ardına hız kesmeden devam etmiştir.
İlk olarak İspanyollar Tordesillas Antlaşmasının keşfetmelerine izin verdiği bölgenin iç kısımlarında önemli maddi kaynaklar olduğunu bulmuşlar, böylece kıyı bölgeleri ve adalardan ziyade kara parçalarının iç kesimlerine yoğunlaşmışlardır. İlk baştaki girişimler conquistadorların girişimleriyle sınırlıdır. Meksika’da fatih Cortes, Guatemala’da Alvarado, Peru’da Pizarro, Yeni Granada’da Queseda ve Yucatan’da Montejo.[23]
Kolomb’un kıtaya ayak basmasıyla birlikte başlayan istila hareketi, yerli halka yönelik sistematik katliamlarla yüzyıllarca devam ettirilmiştir.
Yeni İspanya ve Peru’da yerleştirilen encomienda sistemi (yerlilerin köle koşullarında çalıştırıldığı geniş topraklara hükmeden çiftlikler çerçevesinde şekillenen sistem) ile conquistadorlar geniş toprakların sahibi olmuşlar ve yerlilerin işgücünden faydalanma ve gelir sağlama haklarını elde etmişlerdir. İspanya tüm Amerika sömürgelerinde aynı sistemi kurarak kendi yolunu çizerken, Portekiz daha yavaş ve isteksiz davranmıştır.
XVII. yüzyılın sonundan itibaren Portekiz ancak güçlü bir donanmanın yardımıyla savunabildiği sömürgelerinin yarısını kaybetmiştir. İspanya da aynı şekilde kıyı ve adalardaki topraklarına ve denizlerdeki ticari üstünlüğüne yönelik dış tehditlerin saldırılarını önleyememiştir. Bütün bunlar, Fransa ve İngiltere’nin, İspanya’nın Tordesillas Antlaşması ile Güney Amerika ve Karayipler’deki tekeline karşı duyduğu rahatsızlığın sonucudur. 1570 ve 1590’larda İngiliz girişimciler Batı Hindistan’a bir dizi saldırı düzenleyerek, I. Felipe’yi hazinesinin büyük kısmını kıyı savunmasına harcamaya zorlamışlardır. Ancak İspanyol İmparatorluğu’nun tamamının fethedilmesi imkansızdır. Hiçbir Avrupa devletinin Amerika’ya saldırılar düzenlemeye ve isyanlarla uğraşmaya gücü ve niyeti yoktur. Böylece İspanya’nın kayıpları Batı Hint Adalarından birkaçı ve Florida ile kısıtlı kalmıştır.
İspanya’nın da Portekiz’in de karşılaştığı temel sorun, sömürgelerde ortaya çıkan milliyetçi akımlardır. İsyanın açıkça dile getirilmesini sağlayan faktör, 1808’den itibaren Portekiz ve İspanya’nın Fransa’nın işgali altında olmasıdır. 1811 ve 1825 arasında Meksika, Kolombiya, Peru, Şili, Bolivya ve La Plata İspanya’dan ayrıldıklarını ilan ederlerken, Brezilya ve Uruguay da Portekiz’den ayrılmıştır.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren İspanyol Emperyalizmi gücünü yitirmiştir. [24]

SONUÇ
Tordesillas Antlaşması’nın çok yönlü karakteristik özellikleri vardır. Bir defa bu antlaşma bir paylaşım antlaşmasıdır. “Hristiyan olmayan dünyayı paylaştırmak” ifadesiyle vücut bulan dinî boyutu da es geçmemek gerekir. 12 Ekim 1492, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına ayak basma tarihidir. Aslında buna -üzerinde kurulmuş uygarlıkları ve insan topluluklarını hiçe sayarak- “keşif” demek, tam anlamıyla Tordesillas Antlaşması imzacılarının bakış açılarına işaret etse de alışılageldiğinden dolayı bu ifade yer yer kullanılmıştır. Zira antlaşma, özelinde bu Yeni Dünya’yı ve genelinde Hristiyan olmayan tüm dünyayı dönemin iki büyük gücü arasında nüfuz bölgelerine ayırmıştır. Bu tek yönlü ve batımerkezci bakış açısı, antlaşmayı şekillendiren önemli bir unsurdur. Aynı perspektif, antlaşmadan sonra da farklı biçimlerde kendini gösteriyor ve “sömürgecilik” kavramı ortaya çıkıyor. Antlaşma ile başlayan sömürgecilik eylemleri günümüzde de etkilerini sürdürmektedir. Birilerinin refahı artarken birilerinin refahı da aynı oranda düşüş göstermektedir. Bu diyalektik sürecin başlamasında Tordesillas Antlaşması etkilidir.
 
KAYNAKÇA

BOORSTIN, Daniel J., Keşifler ve Buluşlar, çev. Fatoş Dilber, Kültür Yayınları, Ankara, 1996

ÇIVGIN, İzzet- YARDIMCI, Remzi, Çağdaş Dünya Tarihi, Maya Akademi, Ankara, 2007

DE LAS CASAS Bartoloméo, Yerlilerin Gözyaşları, 2.Baskı, İmge Kitabevi, 2011

DIAKONOFF, Igor M., Tarihin Yörüngeleri, çev. Mete Tunçay, 1. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004

GALEANO, Eduardo, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çev. Atilla Tokatlı- Roza
Hakmen, Çitlembik Yayınları, İstanbul, 2010

LEE, Stephan J., Avrupa Tarihinden Kesitler 1494 - 1789, çev. Ertürk Demirel, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2004

ÖZBUDUN, Sibel, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ütopya Yayınevi, 1.Baskı, Eylül 2010

ROBERTS, J. M., Avrupa Tarihi, çev. Aytuna Fethi, İnkılap Kitabevi, Ekim 2010

Ana Britannica, cilt 21, Ana Yayıncılık, İstanbul, 2005

KILIÇBAY, Mehmet Ali, “Kanlı Papalık Ailesi”, Sabah Gazetesi

http://mlam.tkp.org.tr/kavramlar/somurgecilik-nedir













[1] Stephan J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler 1494 - 1789, Çeviren: Ertürk Demirel, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2004, s. 133.
[2]  a.e., s. 134.
[3] J. M. Roberts, Avrupa Tarihi, Çeviren: Fethi Aytuna, İnkılap Kitabevi, İstanbul, Ekim 2010, s. 278, 279, 280.
[4] İzzet Çıvgın- Remzi Yardımcı, Çağdaş Dünya Tarihi, Maya Akademi Yayınları, Ankara, 2007, s. 8.
[5] a.e., s.97.
[6] Igor M. Diakonoff, Tarihin Yörüngeleri, Çeviren: Mete Tunçay, 1. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s.196.

[7] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çeviren: Atilla Tokatlı- Roza Hakmen, Çitlembik Yayınları, İstanbul, Nisan 2010, s. 25.
[8] İzzet Çıvgın-Remzi Yardımcı, a.g.e., s. 9.
[9] Mehmet Ali Kılıçbay, “Kanlı Papalık Ailesi”, Sabah Gazetesi, 04/06/2006.
[10] Daniel J. Boorstin, Keşifler ve Buluşlar, Çeviren: Fatoş Dilber, 2. Baskı, Kültür Yayınları, Ankara, 1996, s. 243, 244.
[11] J.M. Roberts, a.g.e. s. 281.
[12]Daniel J. Boorstin, a.g.e., s. 243, 244, 245.
[13] Ana Britannica, cilt 21, Ana Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 110.
[14] Daniel J. Boorstin, a.g.e., s. 244.
[15] Ana Britannica, a.g.e., s. 111.
[16] Igor M. Diakonoff, a.g.e., s.208.
[17] Bartolomeo de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları, 2.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, 2011, s.35.
[18] Eduardo Galeano, a.g.e., s. 35, 36, 37.
[19] Sibel Özbudun, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ütopya Yayınevi, Ankara, Eylül 2010, s. 263-274.
[20] J. M. Roberts, a.g.e., s. 304, 305.
[21] MLAM/Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi, http://mlam.tkp.org.tr/kavramlar/somurgecilik-nedir
[22] Eduardo Galeano, a.g.e., s. 31, 32.
[23] Stephan J. Lee, a.g.e., s.134.
[24] Stephan J. Lee, a.g.e., s. 135.


[*] Ankara Üniversitesi, Latin Amerika Çalışmaları Yükseklisans Öğrencisi.



KALKINMA PROJESİNİN  TARİHİ
Gözde Özer*

GİRİŞ:
           
                Bu çalışma, “kalkınma” kavramını oluşumu ve tarihselliği içinde değerlendirmektedir.  Kavramı kullanmanın ve yerleştirmenin ereksel yönünü vurgulamak  amacıyla yapılan bu çalışmada, farklı kuramsal ve ideolojik perspektiflerde  “kalkınma” ne tür anlamlara gelmektedir? Kavramın ortaya çıkışından bu yana süreç içinde bu farklı kuramsal ve ideolojik perspektifler ne şekilde yer edinmişlerdir? Modernleşme, sanayileşme, ilerleme gibi sözcükler kavrama içkin midir? Niçin zaman zaman kalkınma kavramı ile aynı anlama gelecek şekilde, birbirlerine ikame biçimde kullanılmaktadırlar? Peki ne oldu da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kalkınma bir proje, bir strateji olarak ortaya çıktı ve neden 1970’lerin sonlarında bu proje sorgulanmaya başlandı?
            Kalkınma kavramının ortaya çıktığı zamanlar dünya tarihi açısından kritik bir dönemi ifade etmektedir ve bu ortaya çıkış, nedenselliğini de bu kritik dönemden almaktadır. Nitekim Fikret Başkaya da bunu şöyle ifade etmiştir: “Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemde, Hıristiyanlaştırma, bu işi yapanlar için olumlu bir şey olarak görülmüştür. Daha sonra Hıristiyanlaştırmanın yerini “uygarlaştırma” aldı. “Uygarlaştırıldığı” söylenen halklar tarafından bakıldığında, kavramın “olumlu” bir içerikle yüklü olması gerekmiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, kalkınma kavramı, yeni dönemin eşitsiz ilişkilerini ve hiyerarşiyi meşrulaştıran bir kavram olarak ortaya çıktı. Bu yüzden ideolojik işlevi mirasına konduğu kavramların aynısıydı. Bu sefer insanlığın tamamını kapsar hale gelmişti. Bugün kalkınma, sosyal ve ideolojik etkinliği tarihte görülmemiş bir efsaneye dönüşmüş durumdadır.[1] Gerçekten de modernleşme, uygarlaşma, kalkınma adeta bir fetişizm halini almıştır ve her hal/şartta olumlanmaktadır. Bildiğimiz gibi iktisat derslerinde ilk öğretilen şey, kaynakların sınırlılığı ve bunun yanında ihtiyaçların sonsuz oluşudur. Peki bu sınırlı kaynakların bölüşümü nasıl gerçekleşecektir? Birilerinin refahı artarken birilerinin refahı da aynı oranda düşüş göstermektedir. Kalkınma/kalkınamama, gelişme/azgelişme diyalektiğine de bu açıdan bakmak gerekmektedir.  Bu açıdan bakıldığında Bağımlılık Okulu’nun görüşleri önem kazanmaktadır. Bağımlılık kuramlarına göre, azgelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkeler kapitalizmin çarkı içinde, gelişmiş ülkelere bağımlı kılınmaktadırlar.[2] Genellikle gelişme sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar iki ana kurama işaret etmektedir. Bunlardan birincisi, liberalizm ile anılan modernleşmedir ki o ülkenin kalkınamama nedenlerini ülkenin iç dinamiklerinde arar ve ikincisi de bahsi geçtiği üzere bağımlılık kuramlarıdır.[3] Bağımlılık kuramları da modernleşme kuramlarına tepki olarak ortaya çıkmıştır denebilir. Bu kuramların kalkınma kavramının başlangıcından bugüne kadar hangi şekilde ortaya çıktıkları ve hangi kaynaklardan beslendikleri bu çalışmada ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

KALKINMANIN BAŞLANGICI VE MODERNLEŞME OKULU:
(1950-1960’LI YILLAR)
            Kalkınma kavramına o dönemde verilen açık veya örtük anlamlar dönemin tipik kalkınma anlayışını da anlamamıza yardımcı olmaktadır. Kalkınma Projesi’nin başlangıcı olarak düşünebileceğimiz 1950 ve 1960’lı yıllarda, kalkınma yakalama ve yetişme metaforu içindeydi.[4] Dönemleri keskin çizgilerle ayırmak mümkün olmasa da özellikle 1950’lerde modernleşme kuramının baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Modernleşme Okulu’nun yakalama ve yetişme metaforu, gelişmiş bir ülkeyi örnek alıp peşinden giden, ona yetişmeye çalışan azgelişmiş bir ülkeyi tasvir ederken aynı zamanda gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki ilişkiyi de eşitler arası bir ilişki olarak görüyordu. Çünkü bu kurama göre, azgelişmiş bir ülkenin gelişmiş ülke konumuna gelmemesi için bir engel yok gibiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar, doğrudan sömürgeciliğin tasfiye edildiği yıllar oldu. Aslında söz konusu olan, sömürgeciliğin tasfiyesinden çok, doğrudan sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş süreciydi. Oldukça uzun bir doğrudan sömürgecilik döneminde, sömürge halkları, “yerli halklar”, kendilerine değil, başkalarına, kendi yeteneklerine değil başkalarının yeteneklerine güvenir hale gelmişlerdi. Söz konusu toplumlar tarihsizleştirilmişler ve Batı metropollerinin kendilerine biçtikleri bir tarih ve toplum versiyonunu kabullenmek zorunda kalmışlardı. O zaman, yetenekli, muktedir, uzman ve doğru olmanın koşulu, Avrupalıya benzemekte olabilirdi.[5]
            Modernleşme Okulu sosyolojik temellerini Emile Durkheim, Max Weber ve daha sonraları Talcot Parsons’tan almıştır. Toplumsal gelişme ve sürekli bir ileriye gidiş şeklinde gösterilen tarihsel çizgide batının yeri hep ayrı tutulmuş, batı “muassır medeniyetler seviyesi” olarak gösterilmiştir. Kuşkusuz bunun arka planında Batılı düşünürlerin yazımı da yatmaktadır. Weber, Comte, Spencer bunlara örnek gösterilebilir. Ardından Rostow, Hoselitz, Parsons gibi düşünürler gelir.[6] W. Rostow “İktisadi Gelişmenin Aşamaları”[7] adlı yapıtında komünizmi, kalkınma ve gelişmeye olanak sağlayan  kapitalizmin karşısında bir tehdit olarak görmüştür. Soğuk Savaş’ın ekonomik etkilerinden biri de buydu. ABD’nin başını çektiği kapitalist blok, Bretton Woods’ta oluşturulan dünya ekonomik düzeni[8] ile komünizme savaş açmıştı. Bu bakış açısından kalkınma, sürekli ve hız kesmeden bir ekonomik büyümeye işaret ediyordu. Ekonomik büyümenin kaldıraçları, tasarruf ve yatırımların artması/sermaye birikimi, sermaye birikimi/endüstrileşme, endüstrileşme/gerekirse devlet eliyle girişimcilik, devletin ve kurumların ekonomik büyümeye uygun normlara yönlendirilmesi gibi bir dizi birbirine bağlı aşamadan oluşmaktaydı.[9]

ORTODOKS YAPISAL EKONOMİYE VE KALKINMAYA İLK TEPKİLER:
(1970’Lİ YILLAR)
            Modernleşme kuramlarının kalkınamama nedenlerini ülkelerin iç dinamiklerinde araması birçok yönden eleştiriye uğramıştır. Marksist görüşten beslenen bu eleştiriler, kalkınamama nedenlerini iç dinamiklerde aramanın yersiz olduğunu, kalkınamama söz konusu ise bunun nedeninin sömürü ilişkisinde yattığını dile getirmektedirler. Bir anlamda sorunun dış dinamiklerle ilintili olduğunu savunmaktadırlar. Bu eleştiriyi savunanlar “Bağımlılık Okulu” adıyla anılmaktadırlar. Bağımlılık Okulunun ilk nüveleri Latin Amerikalı düşünürler tarafından atılmıştır. Zira 1950’li yıllarda birçok Latin Amerika ülkesi dünya ekonomik sistemine uyumlaştırılma çabasıyla ülke içi sanayileşme ve ithal ikamesi stratejilerine yönelmişti. Ancak çok geçmeden Latin Amerika’da işsizlik, enflasyon, döviz sorunları, ihracat sorunları gibi ekonomik zorluklar baş gösterdi.
            1961’de başlatılan BM’nin iki kalkınma on yılı sonucunda (1980) beklentilerle gerçekleşenler arasında ciddi bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı görüldü. 1960-1978 aralığında İsviçre’de ve Burundi’de kişi başına GSMH artışı eşitti ve % 2.2 idi. 1978’e gelindiğinde Burundi’de kişi başına gelir 140 dolar, İsviçre’de de 12.000 dolardı. Arada 11.860 dolarlık fark söz konusuydu, İsviçreli ortalama insanın geliri yılda 266.20 dolar artarken Burundi de kişi başına artış 3.08 dolardı. Dolayısıyla yıllık kişi başına GSMH artış farkı 263.12 dolardı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Üçüncü Dünya ülkeleri her bir dolarlık “zenginleştiklerinde”, sanayileşmiş ülkeler 268 dolarlık zenginleşmişlerdi.[10]
            Latin Amerika ülkelerini sanayileştirmeyi amaçlayan ECLA[11] da bu uyumlaştırma çabalarından biriydi. Kurumun başkanı Prebish uluslar arası ticaretin her ülkeye belli görevler yüklediğini belirtiyordu. Hammadde ihraç eden Latin Amerika, karşılığında gelişmiş ülkelerde işlenmiş olan ürünleri satın alıyordu. Mamul malları alabilmek için süre içinde gelişmiş ülkelere muhtaç konuma gelmiştir. Dolayısıyla bu daha da fazla yoksullaşmak demektir. ECLA’nın problem çözme teknikleri son derece yüzeyseldir ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[12] Latin Amerika yapısalcılığı bu koşullar altında ortaya çıkmıştır. Merkez-çevre modeli çerçevesinden hareket eden Fernando Cardoso, Theotonio dos Santos ve Andre Gunder Frank bu Bağımlılık Okulu’ndan gelenlerin başlıcalarıdır.
            Tüm bunların yanında kalkınmaya yönelik eleştiriler sadece soldan gelmedi. Sağ görüş, devlet merkezli çözümleri sorguladı ve küresel serbest ticareti savundu.  Zaten 1980’e gelindiğinde sağdan ve soldan gelen eleştiriler neticesinde kuramsal bir boşluk oluştu ve bu boşluğu serbest piyasa savunucuları doldurdu. Buna neoliberal karşı devrim de diyebiliriz.[13]
            Sonuçta anaakım kalkınma projesi gelen eleştiri ve baskılar karşısından kendini revize etmiştir. Buna göre devlet bazı alanlarda gitgide ön plana çıkacaktır. Eğitim, sağlık, sosyal refah gibi kalkınma carilerini yönetecek programlar, yoksulluğu giderme politikaları, toprak reformu, vergilendirme aracılığıyla adil büyümeyi sağlama, kırsal kalkınmayı teşvik bu alanlardan bazılarıdır. Kısacası eşitsizliklerin giderilmesi ve sosyal adalet ve refahın artması için devlete ihtiyaç duyulmuştur.

KÜRESELLEŞME, NEOLİBERALİZM, YAPISAL UYUM
(1980’Lİ YILLAR)
            1970’li yılların ikinci yarısından başlayarak, Keynesci ekonomik politikalara dayalı “refah devleti”, “kayırıcı devlet” retoriği önemli bir prestij kaybına uğruyordu. Neoliberal politikalar Keynesciliğin karşıtı argümanları ön plana çıkarmışlardı. Bu bir bakıma, 1945 öncesine, belki de 1930’lar öncesine dönüş anlamına geliyordu. Devlet müdahalelerinin, planlamanın “lanetlendiği” koşullarda, elbette bilinçli sanayileşme, planlama, kalkınma programları da gözden düşecekti. Artık, bu aşamadan sonra, önemli olan ekonomiye bilinçli müdahale değil, kapitalizmin uluslararası düzeydeki işleyişine pasif bir biçimde uyum sağlamaktı. Piyasa güçlerine, piyasanın otomatik ve özdüzenleyiciliğine bel bağlandığı koşullarda, başlangıçtaki gibi bir “kalkınma” retoriği de söz konusu olamazdı. Bu aşamadan sonra sorun, mukayeseli maliyetler teorisine uygun davranmak, ülkeyi yabancı sermayeye açmak, bu amaçla teşvikler geliştirmek, vb. ile sınırlanmış oluyordu. Neoliberal politikalar uygulama karşılığında borçlar erteleniyor, yeni krediler açılıyordu.
                Neoliberal karşı devrim, yeni muhafazakar ideolojiden güç alıyordu. Dönemin siyasal rejimleri (Reagan, Thatcher) tarafından da desteklendi. Anahtar kelimeler özelleştirme, sermaye birikimi sağlayan özgür bireyler, girişimciler, neoliberal dünya pazarı,  kâr etme güdüsü bu görüşe göre kalkınma için gerekli ortamı sağlayacaktır.
            Dünya Bankası neoliberal bakış açısıyla serbest pazar kapitalizmini yerleştirmeyi amaçlayarak bir dizi yapısal uyum programı hazırladı ve bu programlar tüm dünyada azgelişmiş ülkelere uygulandı. Bu modelin yedi önemli bileşeni vardır: i) gerçekçi bir para kuru oranı ve sıkı maliye ve para politikaları, ii) stratejik endüstrinin kamulaştırılmasını tersine çevirerek, üretim araçlarının ve devlet teşebbüslerinin özelleştirilmesi, iii) devlet koruması politikasını tersine çevirerek ve yerli firmaları serbest rekabet ile pazar fiyatlarına açık hale getirerek, sermaye pazarlarının ve ticaretin liberalizasyonu, iv) pazar güçlerinin işlemleri üzerindeki hükümet düzenlemelerinin etkisini azaltarak, özel ekonomik faaliyetin deregülasyonu, v) emek pazarı reformu (düzenlemelerin ve istihdama yönelik korumanın azaltılması, asgari ücretin aşınması, karşılıklı anlaşmada sınırlamalar ve kamu harcamalarının azaltılması, vi) devlet aygıtının küçülmesi, modernleştirilmesi ve siyasa oluşturucu güçlerin hükümetin taşra ve yerel düzeylerine yayılarak merkezsizleştirilmesi (ademi merkeziyetçilik), böylece yukarıdan aşağıya daha demokratik ve katılımcı bir kalkınma biçimine imkan verilmesi, vii) önce bölgesel düzeyde ve ardından dünya çapında , hem sermaye hem de ticaret malları ve hizmetleri için bir serbest pazardır.[14] Özünde Modernleşme Okulu’ndan düşünsel anlamda pek farkı olmayan bir dönemdir. Bu döneme özgü ön plana çıkan kavram küreselleşmedir. Küreselleşme, mal ve sermaye hareketlerinin ülke sınırlarından taşıp tüm dünyada dolaşır hale gelmesinde vücut bulmaktadır. Bu durumda devlet eski haşmetli halinden uzaklaşacak, mümkün olduğunca ekonomik alana müdahalesi sınırlı tutulacaktır.[15]
            Ne var ki meta merkezli yapısal uyum programları başarısızlıkla sonuçlandı ve vaad edilen ekonomik büyüme gerçekleşmedi. Böyle olunca  Dünya Bankası hemen bir karşı atağa geçti ve Veltmeyer’in deyimiyle reforma insani bir yüz vermek için çabalamaya başladı. Yerel düzeyde daha katılımcı ve sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etti. Yoksullukla mücadele politikalarına öncelik verdi. Stratejik ortak olarak düşündüğü sivil toplum örgütlerine verdiği önemi artırdı. ECLA ile işbirliği halinde yürütülen bu politikalar, kalkınmayı katılımcılığın arttığı, karar alma mekanizmasının merkezsizleştirildiği, sağlık ve eğitim gibi sosyal yönün pekiştiği alanlar, kadın ve sivil topluma verilen öncelikler ile özdeşleşen bir kavram olmaya götürdü. Ekonomik büyüme de yoksullar yararına olacaktı. Fakat zengin ve güçlü olan kesim kendi servet ve iktidarlarından kolayca fedakarlık yapmayacaklardır. Dolayısıyla bu paylaşım yoksulların yerel karar mekanizmalarına katılımıyla sınırlı bir meseledir.
            1980’lerde kalkınmaya ilişkin dört ekonomi-politik yaklaşımı tanımlanabilir; bunlar: i)dünya sistemleri teorisi, ii)düzenleme teorisi, iii)başarısız ve yetersiz bir rantçı devletin ekonomi politiği ve Alt Sahra Afrikası’ndaki rejim değişikliklerinin dinamikleri, iv)küreselleşme, dünya yönetimi ve küreselleşme karşıtlığının ekonomi politiği.[16]

POST-KALKINMA:
(1990’LI YILLAR)
            Post-Kalkınma denilen süreçte kalkınma karşıtlığı ve eleştirel alternatif kalkınma şeklinde iki tane kalkınma sonrası görüş vardır.
            Kalkınma karşıtlarının başlıcalarından biri Escobar, Batının Güneyin yoksullaştırılmış halklarına karşı kalkınmayı batının dayattığı ve dolayısıyla aldatmaca olan bir şey olarak görmektedir. Dolayısıyla batı yine  kendi için hareket etmektedir ve kimseyi kalkındırma amaçlı bir iyiniyet içinde değildir. Toplumsal, kültürel bağlamları siler ve yerel kurum ve inançları silerek yerlerine küreselleşmeci anlayışını koyar.
            Eleştirel alternatif kalkınmacı anlayışa göre eleştiri noktası kalkınmanın tepeden inmeci tavrınadır. Öyle olmamalıdır, yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya daha katılımcı bir model sunulmalıdır. Yani sorun bu bahşediciliktedir.

SONUÇ:
            Kalkınma kavramsal ve tarihsel olarak belli amaçlar ve çıkarlar doğrultusunda ortaya çıkmış bir kavram olarak bugüne değin farklı politikalar dahilinde değişim ve dönüşümler geçirmiştir. Kavramın menşei batı olduğundan, batının çıkarlarına hizmet edecek biçimde farklı zamanlarda farklı reçetelerle var olmuştur. Bu bakımdan konuya azgelişmiş ülkeler açısından yaklaşan ve kalkınma olumlamalarına karşı çıkan Bağımlılık Okulu görüşlerine hak vermek gerekir.
            Kalkınma konusu dünya ekonomik düzeni ve dengeler değiştikçe kendini revize edebilecek kadar oynak ve esnek bir konudur. Dış politika mekanizmalarıyla da son derece yakından ilişkilidir. Ayrıca kalkınma sorunları yüzeysel ve az sayıda nedenle açıklanabilecek durumda değildir. Zengin bir düşünsel altyapı ile bezenmiş olan kalkınmaya dair görüşler bir arada incelenmeli, iç ve dış dinamikler göz ardı edilmeden sorunlara çok yönlü yaklaşılmalıdır.

KAYNAKÇA
CİRHİNLİOĞLU, Zafer, Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, 1.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999.
ERBAŞ, Hayriye, Küreselleşme Kapitalizm ve Toplumsal Dönüşümler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2009
VELTMEYER, Henry, Latin Amerika ve Başka Bir Kalkınma, Çev. Özkan Akpınar, Kalkedon Yayınları,İstanbul, Mayıs 2006
BAŞKAYA, Fikret, “Kalkınma: Bir Kavramın Anotomisi”,
ERCAN, Fuat, “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım, Kongreler Dizisi 3, sayı 49, cilt 14.




* Yükseklisans Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Latin Amerika Çalışmaları Anabilim Dalı. 
[1] Fikret Başkaya, “Kalkınma: Bir Kavramın Anotomisi”, http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=67:kalkinma-br-kavramin-anotoms-&catid=13:derslik&Itemid=19 (Alıntılanma Tarihi: 19.11.12)
[2] Zafer Cirhinlioğlu, Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, 1.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 16, 121.
[3] a.e., s. 15.
[4] Fuat Ercan, “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım, Kongreler Dizisi 3, sayı 49, cilt 14.

[5] Fikret Başkaya, a.g.m.
[6] Hayriye Erbaş, Küreselleşme Kapitalizm ve Toplumsal Dönüşümler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2009, s. 12, 13, 14.
[7] R. W. Rostow, İktisadi Gelişmenin Aşamaları adlı eserinde şunları yazıyor: “Sömürgeler başlangıçta umumiyetle milli politikaların temel bir hedefini elde etmek veya rakip bir iktisadi kuvveti kovmak için değil, fakat bir boşluğu doldurmak, yani modern ithalat ve ihracat faaliyeti yapmaya veya ihraç için üretime kendi başına muktedir olmayan (veya bunu istemeyen) geleneksel bir cemiyeti organize etmek için kurulmuştur. Eşit güçteki devletler arasında normal bir ticaret yürümüş olsaydı, müdahaleci devletleri sömürgelere iten sebep ortadan kalkardı; nitekim onları sömürgelerde tutan esas sebeplerden biri de bu idi, zira geleneğe dayanan cemiyetin ihraç edilecek hammaddelerinden başka bir şeyi yoktu. Ve normal ticaret pek çok hallerde daha intizamlı, daha rasyonel, hatta daha az pahalıya mal olurdu. Mamafih 1900’den önceki dört asır içinde Amerika, Asya ve Afrika’nın yerli halkları ve Ortadoğu, tekâmüllerinin muhtelif merhalelerinde ne Batı Avrupa ile iş yapacak ne de Batı Avrupa’nın silahlarına karşı kendini koruyacak bir yapıya ve sebebe sahipti, böylece bunlar istila ve organize edildiler.”
[8] Bretton Woods Sistemi: II. Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir. Bretton Woods uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirler. Bu sistem , dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir. Bu sistemin getirilmesini isteyen ABD'nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. John Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir.

[9] Henry Veltmeyer, Latin Amerika ve Başka Bir Kalkınma, Çev. Özkan Akpınar, Kalkedon Yayınları,İstanbul, Mayıs 2006, s. 16.
[10] Fikret Başkaya, a.g.m.
[11] ECLA: Economic Comission for Latin America-Latin Amerika Ekonomik Komisyonu. BM’ye bağlı olarak 1950 yılında kurulmuştur.
[12] Zafer Cirhinlioğlu, a.g.e., s. 131-139.
[13] Henry Veltmeyer, a.g.e., s. 20-21.
[14] Henry Veltmeyer, a.g.e., s. 22, 23.
[15] Hayriye Erbaş, a.g.e., s. 19, 20.
Ayrıca  küreselleşme döneminin temel özellikleri için bknz. a.e., s.36, 37.
[16] Henry Veltmeyer, a.g.e., s. 31.