17 Aralık 2012 Pazartesi





AnKARA üNİVERSİTESİ

LATİN aMERİKA ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI
Bir Tarih Yazılıyor:
TORDESILLAS ANTLAŞMASI



Gözde Özer


(Bu araştırma, “Latin Amerika’nın Bağımsızlık Süreci” dersi kapsamında Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu’ya sunulmuştur.)



Güz 2011/Ankara




[Makale, Latin Amerika adıyla anılan bölgenin Avrupalı iki güç olan İspanya ve Portekiz arasında bölüşümüne neden olan antlaşmayı tüm dinamikleri ile sunmaktadır.]




Bir Tarih Yazılıyor:
TORDESILLAS ANTLAŞMASI
   Gözde Özer[*]


GİRİŞ

Bu çalışma, “Tordesillas Antlaşması” merkezinde cereyan eden olgu ve olayları konu edinmiştir. Antlaşmaya giden süreci, antlaşmanın tarafları olarak İber Yarımadası’nda hüküm süren siyasi ve dini iktidar sahiplerini, antlaşmanın içinde yer alan çok boyutlu dinamikleri incelemeyi amaçlamıştır. Amerika’nın keşfinden sonra kıtanın iki büyük sömürgeci güç olan İspanya ve Portekiz arasında nasıl paylaşıldığını anlatan, dönemin özellliklerini içselleyen Tordesillas Antlaşması, Latin Amerika tarihinin başlangıcı kabul edilebilir.

Antlaşma XV. yüzyılın sonlarında gerçekleşmiştir. Bu yüzyıl dünya tarihinde çok önemli gelişmelerin yaşandığı, dönüşümlerin yer aldığı bir tarihsel dönemi kapsar. Antlaşmanın içinde yer aldığı sürece de bu bakımdan değinmekte fayda görülmüştür. Ardından antlaşmanın “sömürgecilik” kavramı çerçevesinde bir değerlendirmesi verilmiştir. Bu çerçeve, “Keşifler Çağı ve Portekiz”, “İspanya’da Siyasi Birlik”,”Papa VI. Alexander Borgia”,”Anlaşma Süreci”, “Klasik Sömürgecilik Döneminin Başlangıcı: Tordesillas Antlaşması”,”Antlaşmadan Sonra” başlıkları ile tamamlanmıştır.  

KEŞİFLER ÇAĞI VE PORTEKİZ
        
Portekiz’in adının Keşifler Çağı ile birlikte anılmasının nedeni denizcilikte çok ileriye gitmiş olmalarıdır. Diğer aktör olan İspanya, bu konuda daha geride durmaktadır. Portekiz, Endülüs Müslümanlarına karşı gerçekleştirdiği reconquistasını (yeniden fetih) XIV. yüzyılın ortalarında tamamlamıştır. Dolayısıyla Portekiz, coğrafi keşiflere İspanya’dan önce başlamıştır.[1]
        
Denizcilikteki muazzam ilerleme ve okyanusları aşmak imkanı, XIV. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Pusula, XIII. yüzyıldan itibaren Akdeniz’de yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bunun dışında, 1270’te bir haçlı seferi sırasında bir gemide ilk kez harita kullanılmıştır. Sonraki iki yüzyıl boyunca modern coğrafya teknikleri ve kaşifler karşımıza çıkmıştır. Bu işten kazanç uman prensler kendi hidrografyacılarını ve haritacılarını finanse etmektedirler. Önde gelenlerinden biri de Portekiz Prensi, Denizci Henrique’dir. Kendisi keşif ve denizcilik faaliyetlerine bizzat katılmamış olmasına karşın bu faaliyetlerin destekçisi olduğundan “denizci/gemici” unvanlarıyla anılmıştır. Prens bu işlere oldukça meraklı ve ilgili olmasına rağmen sonuçta bir Ortaçağ insanıdır. Mutlak surette papalığın onayı olmadan seferlere başlamamak gerektiğini düşünmekte, Hristiyanlığı yaymak saiki ile hareket etmektedir. Keşifler çağının başlaması, hükümetin bu işe para ayırmasının yanında şövalyelik ve haçlı seferleri dünyası ile ilişkilidir.
        
Peki Portekiz’in doğuya odaklanışı nasıl gelişmiştir?

Portekiz keşifleri, İspanya’ya göre daha sistematik ve dikkatlice planlanmıştır. Ancak İspanya merkezî idarede ve bürokraside Portekiz’i geride bırakarak Yeni Dünya’da varlık göstermede daha öne geçmiştir. Kastilya’nın reconquistasını tamamlamak için 1492’de Granada’dan Müslümanları çıkarmak durumunda kalması gerekecektir. Portekiz yeniden fethini tamamladığı için artık Kuzey Afrika’daki Müslümanlara saldırabilecektir. 1415 Ceuta Kuşatması bu stratejinin başlangıcıdır.[2]
   
1445’te Portekizliler Senegal’e ulaşmış, Afrika’daki ilk kalelerini burada kurmuşlardır. Prens Henrique 1460’ta ölmesine rağmen artık adamları daha güneye inmeye hazırdır. 1473’te Ekvatoru geçip 1487’de Ümit Burnu’nu aşmışlardır. Hint Okyanusu’nda Araplar uzun zamandır ticaret yaptığı için burada kılavuz bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Bu okyanusun ötelerinde çok daha zengin baharat kaynaklarının olduğu bilnmektedir. Vasco de Gama 1498’de doğu Afrika kıyılarında Ummanlı bir kılavuz tutup Asya’ya doğru yola koyulmuştur. Mayıs’ta Hindistan’ın batı kıyısındaki Kozikod’a ulaşmıştır. Böylece Avrupa’yla Asya arasında ilk kez doğrudan deniz ulaşımı gerçekleştirilmiştir.[3] Portekiz açısından durum böyledir. Portekizlileri batıya doğru gitmekten alıkoyan şey, aynı anda hem batı hem de doğu yollarına yatırım yapmanın ticari anlamda getireceği yüktür. Doğu yolları Portekiz tarafından bu şekilde ele geçirilirken İspanya da batı seferlerini destekleyecektir.[4]

İSPANYA’DA SİYASİ BİRLİK

1469’da Kastilya tahtının varislerinden Prenses Isabel, hem ülkesinin hem de kendi geleceğinin selameti açısından bir karar vermek durumundadır. Geleceğin güçlü prenslerinden biriyle evlenmenin kendisini güçlü kılacağını düşünür. İki ideal aday vardır: Portekiz Prensi ya da Aragon Prensi. Isabel hayatında hiç görmemiş olsa bile mantıklı davranmayı seçerek Aragon Prensi Fernando ile evlenir. Ağabeyi Kral IV. Enrique’nin ve yeğeni Prenses Juana’nın yandaşları bu evliliği asla desteklemez, ancak Isabel kararından dönmez. 1474’te ağabeyi ölünce kendini kraliçe ilan eder. Yeğeni Prenses Juana’nın başını çektiği muhalifler Kraliçe Isabel’le 5 yıl sürecek bir mücadeleye girerler. Bu iç savaş ortamı 1479 itibariyle son bulur. Kraliçe Isabel ülkede istikrarı sağlar, tüm ayaklanmaları bastırır. Aynı yıl, çok önemli bir olay daha yaşanır ve Kraliçe’nin kocası Fernando, babasının ölümünden sonra Aragon Kralı olur.

Kastilya Kraliçesi ve Aragon Kralı’nın evliliği, iki ülkenin aynı elden yönetilmesi sonucunu doğurmuştur.  Bu iki krallık arasında ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından Kastilya öne çıkmaktadır. Kastilya o yüzyılda İber yarımadasının en zengin ve dinamik ülkesidir. Daha önceleri önemli bir zenginlik merkezi olan Katalanya hayli güç kaybetmiştir, Katalanya’nın başkenti Barcelona ise iç savaşlar nedeniyle tükenmenin eşiğine gelmiş durumdadır. Katalanya zayıflarken Kastilya önemli bir ekonomik büyüme yakalamıştır. Hayvancılık ülke ekonomisi içinde son derece önemli bir yer tutmaktadır. Hayvancılıktan elde edilen yün, tüm Avrupa ülkelerine ihraç edilmektedir. Kastilya ekonomik üstünlüğüne bağlı olarak Aragon üzerinde siyasal bir nüfuz da kurmuştur.

Bu mantık evliliği, beraberinde büyük bir güç getirmiş ve aristokrasiyle savaşıp kazanmayı bilmiştir. Aristokratlar merkezîleşmeye, bürokrasiye boyun eğmiştir. Isabel ve Fernando din adamlarını da kendileri belirlemektedir, ruhban sınıfı da bu iktidarı kabullenmiştir. Aynı şekilde güvenlik de merkezden sağlanmaktadır. “Santa Hermandad” (kutsal kardeşlik) adlı polis örgütü, kırsal kesimde merkez adına güvenliği tesis etmektedir. Otorite kurulmuştur, artık reconquista tamamlanabilecektir. Güneye doğru fetihlere girişmişlerdir.

Endülüslerin İspanya’daki son yurtları Granada Emirliği’dir. Kastilya’nın yönetimindeki Granada, Kraliçe’ye vergi ödemekle yükümlüdür. Ancak, Hristiyanlar vergiyle yetinmek niyetinde değildirler. İspanya’daki Müslümanlardan tamamen kurtulmak istemektedirler. Granada’nın şanssızlığı kuzey komşuları Kastilya ve Aragon’un sürekli ve sağlam bir ittifaktan güç almalarıdır. Evlilikle kurulan bu ittifakı ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir. Katolik Krallar 11 yıllık savaşın sonunda (1481-1492), Granada’yı geri almışlardır (2 Ocak 1492). Yalnızca İspanyollar değil, bütün Hristiyanlar bunu sevinçle karşılar. 1453’ten sonra ilk kez Müslümanları alt etmişlerdir.

Granada’nın fethiyle birlikte İspanyol siyasi birliği oluşmaya başlayacaktır. Siyasal birliğe giden yollar ise Engizisyon mahkemelerinin yeniden açılması, Müslümanlara karşı önemli bir zaferin kazanılması ve Musevilerin İber Yarımadası’ndan atılması aracılığıyla dinsel anlamda tekil bir yapının kurulmasından güç almaktadır. Dinsel anlamda tekil yapıyı kurmak, İspanya açısından çok önemliydi. Hristiyan olmayanlara karşı hoşgörüsüzlük içindeydiler. 1391 tarihli Musevi Katliamı bu hoşgörüsüzlüğün kanıtlarından biridir. Sonucunda bu insanlar Hristiyanlığı seçmeye zorlanmış, seçtikten sonra da “sonradan dönenler” anlamına gelen “conversos” olarak tanımlanmışlardır. Conversolara güvenleri yoktur ve 1480’den itibaren onlara engizisyon süreci başlatılmıştır. Engizisyon mahkemeleri Ortaçağın karanlık yüzünü yansıtmaktadır, korkutucudur. 

İspanya Musevileri 31 Mart 1492 tarihli bir kararla ülke dışına atılmışlardır. Bu kararı alanların kendilerine göre bazı nedenleri vardı. Museviler İspanya’da yaşamadıkları sürece, Hristiyanlığı seçen conversolar, Hristiyan topluluk içinde kolayca asimile edilebilirler diye düşünmüşlerdir. Museviler bu tarihten itibaren çok zor bir seçimle karşı karşıya bırakılmışlardır. 4 ay içinde ya Hristiyanlığı seçeceklerdir ya da ülkeyi terk edeceklerdir. Din değiştirmeyi kabul etmeyen ve başka bir ülkede yaşamayı yeğleyen Musevilerin sayısının 50 bin ila 150 bin olduğu sanılmaktadır. Bu toplulukların bir kısmı Fransa’nın güneybatısına, Kuzey Afrika ve Portekiz’e,  Amsterdam’a ve İtalyan şehirlerine kabul edilmişlerdir. Ancak Musevi cemaatinin en yoğun biçimde göç ettiği yer Osmanlı topraklarıdır. Sefarad Musevileri olarak bilinen bu topluluklar, gittikleri ülkelerde Musevi İspanyol kültürünü ve dilini yaşatmaya devam etmişlerdir.[5]

1492’de Granada ele geçirilip Museviler ülke dışına sürülmüştür. Reconquista (yeniden fetih) tamamlanmış, dini anlamda tekil yapı oluşturulmuş, haçlı zihniyeti pekişmiştir.

1486’ya dönersek, Ceneviz kökenli Kristof Kolomb adlı bir denizci, Kastilya Kraliçesi Isabel’i hayaline inandırmıştır.[6] 1453’te İstanbul’un Müslüman Türkler tarafından fethi sonucunda doğunun zenginliklerine ulaşmak daha masraflı bir hal almıştır. Kolomb’un hayali, durmadan batıya ilerleyerek doğunun zenginliklerine farklı bir yoldan ulaşmaktır, ne de olsa dünya yuvarlaktır. Bu boş bir hayal değildir, Bahama’ya ilk ayak bastığında yanında Marco Polo Seyahatnamesi vardır,[7] ayrıca Batlamyus’tan edindiği bilgilere de güvenmektedir. 1483’ten başlayarak Portekiz Kralı’na sunduğu tüm öneriler reddedilmiştir. Ayrıca o dönemde Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında bir siyasi kriz de vardır. Mısır Sultanı, Arap Krallıklarına yönelik harekâtın haberini alınca, İspanya’yı, Kudüs’teki Hristiyan varlığını ortadan kaldırmakla tehdit etmiştir. İki dinin tarafları arasındaki bu gerginlik Kolomb tarafından kullanılmıştır.[8] Kraliçe Isabel’e gideceği yerleri Hristiyanlaştırma vaadinde bulunması, doğunun zenginliklerine erişme amacının yanında ikinci bir amaç olarak  keşif seferlerine destek bulmasında etkili olmuştur. Isabel’in bu tarihi kararı, hem Avrupa hem Amerika, ve hatta dünya tarihi açısından bir dönüm noktası olacaktır.  Kolomb girişiminde muvaffak olacak, 12 Ekim 1492, tarihe “Amerika’nın Keşfi” olarak işlenecektir.

Papa hristiyanlığa yaptıkları katkıdan dolayı Kraliçe Isabel ile Kral Fernando’ya 1494 itibariyle ‘Katolik Krallar’ unvanını vermiştir. Onların çocukları, yaptıkları evliliklerle yalnızca İspanya değil, tüm Avrupa tarihinde önemli roller oynayacaklardır. Çiftin oğlu Juan, Habsbourg ailesinden bir prensesle evlenir, ancak vakitsiz bir çağda ölünce (1497) meydanı kız kardeşi Juana’ya bırakmıştır. Diğer kız evlat Catalina’dır. O da İngiltere tahtının varisi Arthur ile evlenecektir. Hem babasının hem de annesinin tahtının varisi olan Juana, Habsbourg ailesinden Güzel Philipp ile evlenir. Kocasına karşı derin hisler besleyen, zaman zaman kıskançlık krizleriyle boğuşan Juana, krallığın geleceğiyle ilgilenme gereği duymamaktadır. Kraliçe Isabel, kızının krallığı yönetecek kapasiteye sahip olmadığını anlamış ve kendi ölümü durumunda Kastilya tahtının da, Aragon Kralı Fernando tarafından doldurulmasını istemiştir. Ancak onun arzusu yerine gelmemiş ve Fernando, karısının 1504’teki ölümünden sonra yalnızca Aragon Kralı olarak hüküm sürmeye devam etmiştir. Kastilya’da, Prenses Juana’nın ilgisizliğine koşut olarak, kocası Philipp’in hükmü geçmektedir. Katolik Krallar, iki krallığı mükemmel bir uyum içinde yönetmişlerdir (1479-1505), ancak Isabel’in ölümünden sonra krallıkların kaderi yeniden ayrılmıştır.
Fernando, 1506’da Fransa Kralı’nın yeğeni ile evlenmiştir, ancak ondan doğan çocuk birkaç gün yaşadıktan sonra ölmüştür. Kastilya’da hüküm süren Philipp de aynı yıl ölünce Toledo Başpiskoposu Kardinal Cisneros, Fernando’yu Kastilya Krallığı’nın başına çağırmıştır. Kral kızının adına ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Ülke resmi anlamda Kraliçe Juana tarafından, ancak fiili olarak babası Fernando’nun eliyle yönetilmektedir. Fernando, 1516 yılında hayatını kaybetmiştir. Bu durumda onun varisi, torunu Karl (Şarlken) olacaktır. Kraliyet kurallarına göre Şarlken, Aragon’u kral, Kastilya’yı da naip sıfatıyla yönetecektir. Ancak Şarlken’in danışmanları buna kulak asmamışlardır, onu Kastilya ve Aragon Kralı ilan etmişlerdir.

Isabel ve Fernando, Katolik Krallar olarak güçlü bir merkezî otorite kurmuş, bürokratik makamları orta sınıf kökenli kişilerin ellerine vererek aristokrasinin gücünü kırmışlardır.


PAPA VI. ALEXANDER BORGİA


Dönemleri birbirinden kesin çizgilerle ayırıp bir noktadan bir noktaya uzanan bir hat olarak düşünemiyoruz. Rönesansın aydınlık yüzünü, yeniden doğuşu görürken Ortaçağa özgü karanlık görüngüler de tam olarak silinmiş değildir. XIV. yüzyılda İtalya’da başlamıştır Rönesans, XVII. yüzyıl ortalarına kadar da devam etmiştir. Avrupa sanatı ve bilimi önemli ölçüde gelişmiştir. Ancak bunun yanında skolastik düşünce yapısı, din adına işlenen cinayetler, engizisyon zulmü, keşfedilen toprakların talan edilmesi gibi gerçekler de bu dönemin gerçekleridir.

            Borgia ailesi bu döneme özgü ilgi çekici bir örnektir.[9] Alfonso de Borgia, III. Calixtus adıyla 1455’te papa olur. Yeğeni Rodrigo Borgia’yı evlat edinir ve Roma’ya yanına alır. Rodrigo Borgia da 1456’da henüz 25 yaşındayken kardinal olur. 11 Ağustos 1492’de şaibeli biçimde, Isabel ve Fernando’nun da desteğini alarak papa seçilen Rodrigo Borgia, VI. Alexander adını alır.

Din adamlığı hakkında, özel hayatı hakkında birçok suçlama ortaya çıkmıştır. Seçilmesinden iki yıl sonra 1494'te, gelecekte II. Julius adıyla papa olacak Della Ravere'nin başını çektiği bir grup yüksek kilise görevlisi onu simonia (kilise görevlerini satmak) ve yolsuzlukla suçlayarak indirmeye kalkmıştır. Bu hareket bastırılmış ve Papa, lükse karşı, fakirlikten yana keşiş Savonarola'nın etkili ayaklanmasına rağmen ailesini, yakınlarını kayırmayı, yolsuzlukları ve siyasi cinayetleri sürdürmüştür. 1492’de Kolomb’un Yeni Dünya’yı keşfetmesinden sonra, 1493’te Papa VI. Alexander dünyayı (Cabo Verde) Yeşil Burun adalarının 100 fersah batısından geçen bir hatla ikiye bölmüştür. Bu hattın doğusunda kalan tüm yeni keşfedilen ve keşfedilecek toprakları Portekiz'e, batısında kalanları da İspanya'ya bırakmıştır. 1494'te Katolik Krallar ile Portekiz Kralı II. Joao, Tordesillas Antlaşması ile (daha sonra belirtileceği üzere sınırlar üzerinde bir değişiklikle) bu kararı onaylamıştır. [10]

Din, birçok defa tekrarlandığı üzere, siyaset ile alışveriş halindedir. Siyasi yapı ve emeller, dini meşruiyet zemini olarak kullanmıştır. Dolayısıyla ruhani gücü simgeleyen Papa VI. Alexander’ın ve Katolik Krallar unvanını vererek dinî karakter atfettiği Isabel ve Fernando’nun bu alışveriş içinde olduğunu söylemek sanırım pek de yanlış olmaz. Aragon’da Valencia’da doğmuş, rüşvetin yanı sıra Fernando ve Isabella’nın müdahaleleriyle papalığa seçilebilmiştir. Anlaşılan o ki, papa ve siyasi iktidar arasındaki bu karşılıklı çıkar ilişkisi antlaşmaya da yansıyacaktır.

 Nitekim kendisinden ahlaksız diye söz edilmesi, simonia (kilise görevlerini satmak) suçundan dolayı kendisine karşı ayaklanmaların olması siyasi otoritede müdahale etme dürtüsünü tetikleyememiştir. Tüm bu dinamikler, Kolomb’un girişiminde, daha sonra da Tordesillas Antlaşması ile keşfedilen toprakların bölüşümü ve sömürgeleşmesinde son derece etkili olmuştur. 




ANLAŞMA SÜRECİ

Denizyollarının keşfedilmesi çağında iki güç İspanya ve Portekizdir. Amerika’nın keşfi açısından bakıldığında İspanya her ne kadar 1-0 önde olsa da, bu iki güç uyumlu davranmayı, anlaşma yollarını tercih etmeyi elden bırakmamıştır. Çünkü her ikisi de kilisenin gücünü tanımakta ve itaat etmektedirler. Papanın otoritesine saygıları vardır. Bu durum çağın tipik özelliğidir.

Avrupa suları dışındaki bölgelerde ticaret konusunda ilk antlaşma Portekiz ve İspanya arasında 1479’da yapılmıştır.[11] Bundan kısa bir süre sonra nüfuz alanları kısıtlanmıştır. Papa geçici bir hakem kararıyla Cabo Verde adalarının 100 fersah batısından geçen çizgiyle dünyayı iki ülke arasında paylaştırmıştır. Bu karar 1494 tarihli Tordesillas antlaşması ile geçerliliğini kaybedecek, yeniden düzenlenecektir.  

Avrupa’daki Hristiyan toplumu, bir Hristiyan yönetici tarafından daha önce hak iddia edilmemiş herhangi bir toprak üzerinde geçici bir egemenlik kurma hakkını papalara uzun yıllar önce tanımıştır. XIII. yüzyılda kilise kararları, papanın İsa’nın piskoposu olduğunu ve yalnızca Hristiyanlar üzerinde değil, diğer tüm dinsizler üzerinde de otoritesi bulunduğunu, çünkü mümin ve münafıkların hepsinin de yaradılış yoluyla İsa’nın koyunları olduğunu ilan etmiştir.

1493 yılı nisan ortalarında; yani Kolomb’un yolculuktan dönmesinden sonraki ilk ayın içinde, Kolomb’un bu keşfine ilişkin mektup Roma’ya ulaşmıştır. Bazı bölümleri 3 Mayıs 1493’te VI. Alexandre tarafından yayımlanan ve yeni topraklar konusunu ele alan papalık bildirgesine eklenmiştir. Machiavelli, VI. Alexandre’ı o güne kadar para ve güç ile hüküm sürebilen tek papa olarak belgelemiştir.

                           
                            Şekil 2. http://geography.about.com/library/weekly/aa112999a.htm

Papa, yayımladığı dört kilise bildirisi ile yeni keşfedilmiş Hint Adaları’ndaki bu yeni toprakları İspanya’ya vermiştir.[12]

Tordesillas Antlaşması (7 Haziran 1494), XV. yüzyılda bulunan topraklar üzerindeki anlaşmazlıklara çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Papa VI. Alexandre 1493’te Cabo Verde Adaları’nın 100 fersah batısından geçen hattı İspanyol ve Portekiz nüfuz bölgeleri arasında sınır olarak belirlemiş, fermanlar yayınlamıştır. Buna göre hattın batısında kalan bölge İspanya’nın denetimine bırakılmış, Portekiz’e ise hattın doğusunda keşif seferleri düzenleme hakkı tanınmıştır.[13] Bu hattın bizzat Kolomb tarafından çizildiği söylenebilir. Bunun mantığı pek de bilimsel olmayan bir görüşle savunulmuştur. Kolomb, 100 fersah noktasının hemen ötesinde iklimin değiştiğini, ısının daha ılımlı olduğunu ve yaz kış hiç değişmediğini öne sürmüştür. Kanarya Adaları’na kadar ve bu 100 fersahın ötesinde ya da Azor bölgesinde ise çok sayıda bit bulunduğunu, ancak bu noktadan sonra bunların ölmeye başladığını, bu şekilde, ilk adalardan sonra (Hint Adaları) bit gören hiçbir insanın olmadığı belirtilmiştir.[14]

Ayrıca her iki ülkenin de hristiyan hükümdarların elinde bulunan toprakları işgal etmesi yasaklanmıştır. Yani bu bölüşüm, “hristiyan olmayan” dünyanın bölüşümüdür. İspanya ve Portekiz dışındaki hiçbir Avrupa Devleti bu fermanları kabul etmeye yanaşmamıştır. Bu arada Katolik Krallar Isabel ve Fernando, Portekiz ve öteki olası rakiplere karşı daha önce belirttiğimiz üzere  papalığın desteğini elde etmişlerdir.  Üstün donanma avantajına sahip olan Portekiz Kralı II. Joao ise Portekiz’e tanınan hakları yeterli bulmadığı ve Portekizli gemicilere Afrika’ya uzanan yollarda yeterli alan bırakılmadığı için hoşnut değildir, Fernando ve Isabel ile görüşmeler yapmıştır. Sonunda İspanya’nın kuzeybatısındaki Tordesillas’ta bir araya gelen İspanyol ve Portekiz elçileri, papalığın belirlediği paylaşımı bir değişiklikle onaylamışlardır. Bu değişikliğe göre; paylaşım bölgelerini birbirinden ayıran hattın, Cabo Verde Adalarının 370 fersah batısına (48-49 batı boylamı) kaydırılmasına karar verilmiştir. Papa II. Julius 1506’da bu değişikliği onaylamıştır.[15]

                                        
                                         Şekil 3. http://www.tordesillas.net/webs/inicio.php

Kutuptan kutba çizilen bu hat, tesadüfi olarak çizilmiştir denilebilir. Zira bugün Brezilya adıyla bildiğimiz Güney Amerika’nın doğusunda kalan toprakların varlığı dahi o günlerde bilinmemektedir. Ancak sonradan Brezilya, 1500 yılında Portekizli denizci Pedro Alvarez de Cabral (1467-1520) tarafından keşfedilince, antlaşmaya dayanarak Portekiz burada hak iddia etmiştir.[16] Bu anlaşmanın bir maddesine göre, Brezilya’da Portekiz dilinin egemen olacağı bir Portekiz sömürgesi ile Güney Amerika’nın diğer bölgelerinde İspanyol halkı ile İspanyolcanın egemen olması söz konusu olmuştur. Bir deniz imparatorluğu kurma yolunda birbiriyle rekabet eden bu iki gücün anlaşması papanın egemenliğini tanımalarına bağlıdır. Protestan Reformundan sonra artık bu gibi barışçı anlaşmalar çok zor hatta olanaksız hale gelmiştir. İngiltere, Hollanda ve diğerleri gibi herkesin katıldığı serbest rekabet ortamında, yapılacak keşiflerin de kapsamını ordu ve donanmanın gücü belirleyecektir.


KLASİK SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNİN BAŞLANGICI: TORDESILLAS ANTLAŞMASI
Tordesillas Antlaşması gerçekten de sömürgeciliğin başlangıcı olarak tanımlanabilecek bir antlaşmadır. Bu antlaşmaya dayanarak sömürge faaliyetlerine vakit kaybetmeden başlanmış, conquistadorlar (fatihler) karşılarında hiçbir gücü tanımadan “İsa’nın koyunları” olarak tanımladıkları Hristiyan olmayan halk ve toplulukları Hristiyanlaştırmak amacıyla (!) büyük bir talan ve kıyıma girişmişlerdir. Toprakları istila edilen yerliler ve sömürgeci güçler arasında kurulan eşitsiz ilişki, sömürgeciliğin genel resmini ortaya koymaktadır.
            Sömürgeciler hakimiyet kurdukları coğrafyada kendi menfaatleri doğrultusunda oradaki ekonomik, siyasi faaliyetleri ve ortamı şekillendirir, kendi faydalarına yeniden düzenleme yoluna giderler. Tordesillas Antlaşması bu bakımdan bir başlangıç olma özelliği göstermektedir. Dünya ikiye bölünmüştür ve güçlü olanlara sunulmuştur. Bu faaliyete dini bir karakter atfedilmiş, İslamiyetteki cihad (din uğruna yapılan savaş) anlayışına benzer biçimde “Hristiyanlaştırmaya gitmek” bir meşruiyet zemini olarak kendine yer bulmuştur. Sömürülen halklar barbar olarak görülmüştür, hatta insan bile olmadıkları öne sürülmüştür.[17] Yerlilere yük hayvanı kadar bile değer vermemişlerdir. İkinci bir meşruiyet zemini olarak da onlara “uygarlık götürmek” şeklinde ifade edilebilir.
Yeni dünyadaki bu ilk sömürgecilik hareketleri, Avrupa kapitalizminin beslenmesi için bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Avrupalı sömürgeciler Yeni Dünyaya ulaşırken doğunun zenginliklerine farklı bir yol deneyerek gitmeyi ummuşlardır. Geldikleri yer bambaşka bir cennet olmuştur onlar için. Geldiklerinde cennet olarak niteledikleri yerleri kan ve gözyaşına bulayarak cehenneme çevirmişlerdir. İstediklerini almaları önemlidir, amaca giden her yol mübahtır. Rönesans ve reformun dinin siyaset üzerindeki etki ve baskısını engelleyici etkisi, okyanusu aşıp Amerika’daki faaliyetlere ulaşamamıştır. Ortaçağ kafasıyla inşa edilen plan, Tordesillas Antlaşması ile vücut bulmuştur. Yeni Dünya hızla Avrupa’dan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendirilmiştir. Plantasyonlar (köle emeğine dayalı, arazi sahibinin mutlak egemen olduğu, büyük üretim çiftlikleri) kurulmuş, yerliler ve Afrika’dan sürülüp getirilenler bu plantasyonlarda köle olarak çalıştırılmıştır. Altın, gümüş gibi önemli yeraltı kaynakları bölgedeki coğrafyayı değiştirecek, dağları tepeleri tüketecek kadar sömürülüp boşaltılmış, Avrupa’ya taşınmıştır.[18]
XVII. yüzyıla gelindiğinde ekonomik kriz baş göstermiştir. Merkantilizm ön plana çıkmıştır. Altın, gümüş gibi değerli madenlerin bulunduğu bir yer olarak Yeni Dünya toprakları merkantilizmi doyuracak bir kaynak olarak görülmüştür. İlk sermaye birikimi böylece sağlanmış ve kapitalizm bu aşamadan sonra kendini göstermiştir.[19]
İspanya ve Portekiz İmparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve İngiltere’nin ticari faaliyetlere dayanan yayılmacılığı XVII. yüzyılda görülmüştür. Avrupa’da yaşanan kimi ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol açmıştır. Değerli madenlerin Avrupa’ya akması, genellikle lüks madde ithalatına harcanmalarıyla Avrupa’da yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden olmuştur.[20] Bu durum, toprak sahiplerinin ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol açmıştır. Böylece, Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri piyasada başat konuma yükselmiştir.[21]

ANTLAŞMADAN SONRA
 “1494’te imzalanan Tordesillas Antlaşması, Portekizlilere Papa tarafından çizilmiş olan ayrım çizgisinin ötesinde kalan Amerikan topraklarını işgal hakkı tanıyordu. Nitekim 1530’da Martim Alfonso de Sousa bu antlaşmaya dayanarak Brezilya’daki Fransızları sürüp çıkardıktan sonra ilk Portekiz yerleşim merkezlerini kuracaktı. Yine aynı dönemde İspanyollar da korkunç ormanları ve muazzam zorlu çölleri aşarak, keşif ve fetihlerini elle tutulur şekilde ilerletmiş bulunuyorlardı. 1513’te Büyük Okyanus’un ışıltılı suları Vasco Nunez de Balboa’nın gözlerinin önünde serili duruyordu. 1522 sonbaharında, tarihte ilk kez iki okyanusu birbirine bağlamış ve yeryüzünün yuvarlaklığını tam bir tur atarak ispatlamış olan Macellan seferinden arta kalan 18 kişi İspanya’ya dönmekteydi. 3 yıl önce Hernan Cortes’in 10 gemisi Küba’dan ayrılmış ve Meksika’ya doğru yelken açmıştı. 1523’te Pedro de Alvarado Orta Amerika’yı fethe girişiyordu. 1533’te Francisco Pizarro ezici bir zaferden sonra Cuzco’ya girmekte ve böylece Inka İmparatorluğu’nun kalbini ele geçirmekteydi. 1540’ta Pedro de Valdivia, Atacama Çölü’nü aşarak bugünkü Şili’nin başkenti Santiago’yu kuruyordu. Daha kuzeyde ise Chaco’ya dalmıştı fatihler ve Peru’dan dünyanın en büyük ırmağının denize döküldüğü yere kadar uzanan bütün Yeni Dünya topraklarını egemenlikleri altına almış bulunuyorlardı. “[22]
Galeano, antlaşmanın sonucunda meydana gelen gelişmeleri genel olarak bu şekilde özetlemiştir. Gerçekten de Amerika’daki faaliyetler Galeano’nun cümleleri hızlıca sıralayışı gibi ardı ardına hız kesmeden devam etmiştir.
İlk olarak İspanyollar Tordesillas Antlaşmasının keşfetmelerine izin verdiği bölgenin iç kısımlarında önemli maddi kaynaklar olduğunu bulmuşlar, böylece kıyı bölgeleri ve adalardan ziyade kara parçalarının iç kesimlerine yoğunlaşmışlardır. İlk baştaki girişimler conquistadorların girişimleriyle sınırlıdır. Meksika’da fatih Cortes, Guatemala’da Alvarado, Peru’da Pizarro, Yeni Granada’da Queseda ve Yucatan’da Montejo.[23]
Kolomb’un kıtaya ayak basmasıyla birlikte başlayan istila hareketi, yerli halka yönelik sistematik katliamlarla yüzyıllarca devam ettirilmiştir.
Yeni İspanya ve Peru’da yerleştirilen encomienda sistemi (yerlilerin köle koşullarında çalıştırıldığı geniş topraklara hükmeden çiftlikler çerçevesinde şekillenen sistem) ile conquistadorlar geniş toprakların sahibi olmuşlar ve yerlilerin işgücünden faydalanma ve gelir sağlama haklarını elde etmişlerdir. İspanya tüm Amerika sömürgelerinde aynı sistemi kurarak kendi yolunu çizerken, Portekiz daha yavaş ve isteksiz davranmıştır.
XVII. yüzyılın sonundan itibaren Portekiz ancak güçlü bir donanmanın yardımıyla savunabildiği sömürgelerinin yarısını kaybetmiştir. İspanya da aynı şekilde kıyı ve adalardaki topraklarına ve denizlerdeki ticari üstünlüğüne yönelik dış tehditlerin saldırılarını önleyememiştir. Bütün bunlar, Fransa ve İngiltere’nin, İspanya’nın Tordesillas Antlaşması ile Güney Amerika ve Karayipler’deki tekeline karşı duyduğu rahatsızlığın sonucudur. 1570 ve 1590’larda İngiliz girişimciler Batı Hindistan’a bir dizi saldırı düzenleyerek, I. Felipe’yi hazinesinin büyük kısmını kıyı savunmasına harcamaya zorlamışlardır. Ancak İspanyol İmparatorluğu’nun tamamının fethedilmesi imkansızdır. Hiçbir Avrupa devletinin Amerika’ya saldırılar düzenlemeye ve isyanlarla uğraşmaya gücü ve niyeti yoktur. Böylece İspanya’nın kayıpları Batı Hint Adalarından birkaçı ve Florida ile kısıtlı kalmıştır.
İspanya’nın da Portekiz’in de karşılaştığı temel sorun, sömürgelerde ortaya çıkan milliyetçi akımlardır. İsyanın açıkça dile getirilmesini sağlayan faktör, 1808’den itibaren Portekiz ve İspanya’nın Fransa’nın işgali altında olmasıdır. 1811 ve 1825 arasında Meksika, Kolombiya, Peru, Şili, Bolivya ve La Plata İspanya’dan ayrıldıklarını ilan ederlerken, Brezilya ve Uruguay da Portekiz’den ayrılmıştır.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren İspanyol Emperyalizmi gücünü yitirmiştir. [24]

SONUÇ
Tordesillas Antlaşması’nın çok yönlü karakteristik özellikleri vardır. Bir defa bu antlaşma bir paylaşım antlaşmasıdır. “Hristiyan olmayan dünyayı paylaştırmak” ifadesiyle vücut bulan dinî boyutu da es geçmemek gerekir. 12 Ekim 1492, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına ayak basma tarihidir. Aslında buna -üzerinde kurulmuş uygarlıkları ve insan topluluklarını hiçe sayarak- “keşif” demek, tam anlamıyla Tordesillas Antlaşması imzacılarının bakış açılarına işaret etse de alışılageldiğinden dolayı bu ifade yer yer kullanılmıştır. Zira antlaşma, özelinde bu Yeni Dünya’yı ve genelinde Hristiyan olmayan tüm dünyayı dönemin iki büyük gücü arasında nüfuz bölgelerine ayırmıştır. Bu tek yönlü ve batımerkezci bakış açısı, antlaşmayı şekillendiren önemli bir unsurdur. Aynı perspektif, antlaşmadan sonra da farklı biçimlerde kendini gösteriyor ve “sömürgecilik” kavramı ortaya çıkıyor. Antlaşma ile başlayan sömürgecilik eylemleri günümüzde de etkilerini sürdürmektedir. Birilerinin refahı artarken birilerinin refahı da aynı oranda düşüş göstermektedir. Bu diyalektik sürecin başlamasında Tordesillas Antlaşması etkilidir.
 
KAYNAKÇA

BOORSTIN, Daniel J., Keşifler ve Buluşlar, çev. Fatoş Dilber, Kültür Yayınları, Ankara, 1996

ÇIVGIN, İzzet- YARDIMCI, Remzi, Çağdaş Dünya Tarihi, Maya Akademi, Ankara, 2007

DE LAS CASAS Bartoloméo, Yerlilerin Gözyaşları, 2.Baskı, İmge Kitabevi, 2011

DIAKONOFF, Igor M., Tarihin Yörüngeleri, çev. Mete Tunçay, 1. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004

GALEANO, Eduardo, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çev. Atilla Tokatlı- Roza
Hakmen, Çitlembik Yayınları, İstanbul, 2010

LEE, Stephan J., Avrupa Tarihinden Kesitler 1494 - 1789, çev. Ertürk Demirel, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2004

ÖZBUDUN, Sibel, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ütopya Yayınevi, 1.Baskı, Eylül 2010

ROBERTS, J. M., Avrupa Tarihi, çev. Aytuna Fethi, İnkılap Kitabevi, Ekim 2010

Ana Britannica, cilt 21, Ana Yayıncılık, İstanbul, 2005

KILIÇBAY, Mehmet Ali, “Kanlı Papalık Ailesi”, Sabah Gazetesi

http://mlam.tkp.org.tr/kavramlar/somurgecilik-nedir













[1] Stephan J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler 1494 - 1789, Çeviren: Ertürk Demirel, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2004, s. 133.
[2]  a.e., s. 134.
[3] J. M. Roberts, Avrupa Tarihi, Çeviren: Fethi Aytuna, İnkılap Kitabevi, İstanbul, Ekim 2010, s. 278, 279, 280.
[4] İzzet Çıvgın- Remzi Yardımcı, Çağdaş Dünya Tarihi, Maya Akademi Yayınları, Ankara, 2007, s. 8.
[5] a.e., s.97.
[6] Igor M. Diakonoff, Tarihin Yörüngeleri, Çeviren: Mete Tunçay, 1. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s.196.

[7] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çeviren: Atilla Tokatlı- Roza Hakmen, Çitlembik Yayınları, İstanbul, Nisan 2010, s. 25.
[8] İzzet Çıvgın-Remzi Yardımcı, a.g.e., s. 9.
[9] Mehmet Ali Kılıçbay, “Kanlı Papalık Ailesi”, Sabah Gazetesi, 04/06/2006.
[10] Daniel J. Boorstin, Keşifler ve Buluşlar, Çeviren: Fatoş Dilber, 2. Baskı, Kültür Yayınları, Ankara, 1996, s. 243, 244.
[11] J.M. Roberts, a.g.e. s. 281.
[12]Daniel J. Boorstin, a.g.e., s. 243, 244, 245.
[13] Ana Britannica, cilt 21, Ana Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 110.
[14] Daniel J. Boorstin, a.g.e., s. 244.
[15] Ana Britannica, a.g.e., s. 111.
[16] Igor M. Diakonoff, a.g.e., s.208.
[17] Bartolomeo de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları, 2.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, 2011, s.35.
[18] Eduardo Galeano, a.g.e., s. 35, 36, 37.
[19] Sibel Özbudun, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ütopya Yayınevi, Ankara, Eylül 2010, s. 263-274.
[20] J. M. Roberts, a.g.e., s. 304, 305.
[21] MLAM/Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi, http://mlam.tkp.org.tr/kavramlar/somurgecilik-nedir
[22] Eduardo Galeano, a.g.e., s. 31, 32.
[23] Stephan J. Lee, a.g.e., s.134.
[24] Stephan J. Lee, a.g.e., s. 135.


[*] Ankara Üniversitesi, Latin Amerika Çalışmaları Yükseklisans Öğrencisi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder